Salı, Aralık 14, 2010

2011'e DOĞRU


Yeni yıl yeni yıl bizlere kutlu olsun.....

Biraz klişe olacak ama 2010 ne ara bitti ben anlamadım. Her geçen yıl için bunu söyler dururuz ama bu 2010 harbiden hızlı tren gibiydi.

Bu yıl neler getirdi, neler götürdü gelecek yıldan neler bekliyorum?


En önemlisi artık ben hayattan ne istediğimi biliyorum. 34 yaşında bir hedefim oldu. Bunca yıl ne yapmak istediğimi ne olacağımı bilmeden savruldum durdum ama bu artık değişmek üzere. Hedefim doğrutusunda minik minik adımlarla ilerliyorum. Hep çift yıllara daha bir sempatiyle yaklaşırız ama ben 2011'i de seveceğim.

Onun için 2011'den dileklerim şunlar.

Biraz daha paralı bir insan olabilmek. En azından sokaktaki kedilere ahhh canım derken yardım da edebilecek hale gelmek. Veteriner masaraflarını karşılayabilmek bayağı bir çoğunu kısırlaştırabilmek.

Yalnızlık allaha mahsustur diyip bu yalnızlıktan kurtulabilmek.

Ev sahibi olabilmek ya da abime ev hediye almak ( bu biraz ütopik oldu ama belli olmaz biz isteyelim de!)

Yumukla mumukla aşk içinde bir yıl daha geçirmek.

Sevdiğim insanların sağlıklı bir yıl daha geçirmesi.

Akp'ten kurtulmak. Özellikle Recep Bey'den.

Ve çakılca şeyler de epey ileri gitmek.

Pazartesi, Aralık 13, 2010

SAĞLIKLA İLGİLİ BİLGİLER


Discovery Science'ta dün çok güzel bir program vardı. Oradan öğrendim ki! Çocuk bezi nasa tarafından astronotlar için geliştirilmiş.

Sonra Amerika doğayı koruma kanunları nedeniyle rezervuarların tükettiği suyu 6 litre ile kısıtlamış. Amerikalı tüketiciler de rezervuar suyunun atıkları göndermekte yeterli bulmayınca Kanada'ya litresi büyük rezervuarlardan almaya gitmeye başlamışlar. Bu da ironik bir durum ortaya çıkarmış. Rezervuarlar da made in Amerika'ymış:)

Diş fırçalarının da çeşit çeşit olması her birinin dişlerimizi daha iyi koruyacağı bir yalanmış. Hiçbir diş fırçası diğerinden daha iyi bir koruma sağlamıyormuş. Gönlümüze göre sevdiğimiz rengi almamız kâfiymiş.

Daha bir sürü gerekli gereksiz sağlıkla ilgili bilgiler verdiler. En aklımda kalanlarda biri de ter önleyicilerinin içinde aliminyum bulunması. Ter aslında kokusuzmuş. Koltukaltımızda bulunan bakteriler kötü kokulara sebep oluyormuş. Antiperspirantlar koltukaltımızdaki ter bezlerinin bulunduğu delikleri tıkıyor aşağıdan gelen ter bir süre yüzeye çıkamıyor. Sonra ter baskın geliyor ve tekrar antiperspirant kullanmak zorunda kalıyormuşuz. Bence siz siz olun antiperspirant kullanmayın. Kokuyorsanız da başka çare bulun her gün duş alın ya da kristal görünümlü doğal roll-on'lar kullanın.

Ve pudralı deodorantlar da çok sağlıklı değil.

Bu benden bir bilgi. Diş fırçanızı kullanmadan evvel ıslatmayın bu da yaptığımız yanlışlardan. Gelişigüzel fırçalamak da doğru değil. İnternetten seyredin nasıl olması gerektiğini. Ve mutlaka diş ipi kullanın.

Bir de geçen haftadan beri Ayşe Arman şişmanlık üzerine yazılar yazıyor röportajlar yapıyor. Şişmanların ayrımcılığa uğramasıyla ilgili. Ne yazık ki ben de şişman insanları ne kadar sevsem de hoşuma gitmiyor şişmanlıkları. Şuursuz yemek hiç hoşuma gitmiyor. Birkaç gönderi öncede yazdığım gibi bedenine iyi bakmayan insanla problemim var.

Hafta sonu teyzemi gördüm. Şuursuzca yiyor. Yemeyin öyle dedim. Ankara’ya dönünce diyetisyene gideceğim şimdi dilediğimce yiyorum diyor. Ki teyzem incecik Filiz Akın gibi kadınmış. Şimdi o tonton ailesinden bir üye gibi.

Cuma, Aralık 10, 2010

ÜFFF İŞTE

Etrafımın erkeklerle çevrili olmasından bıktım. Çocukluğum hep erkek sürüsünün içinde geçti. Sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen kız arkadaşlarım, erkeklerin olmadık tavırlarına, çocukluklarına katlanamadılar ve kendilerini çektiler. Ben 11 tanenin içinde bi başıma döt döbek muhabbeti çektim. Kuzenlerim bir tanesi hariç hepsi erkek. İş yerinde temizlikçi teyze dışında herkes erkek. Vallahi bıktım. Ben de azıcık kız muhabbeti yaşamak istiyorum. O ojenin rengi ne güzelmiş ya da eteğini nereden aldın ya da en süperi ay şu çocuk çok yakışıklı di miiii.. Yok erkek fatma gibi yaşamaktan bıktım yeminlen. Şöyle plaza insanı olsam? Orada da barınamam ki! Kendi kapısının kilidini değiştiren eve gelen telefon kablosunu evde olmadığım için yarım bıraktıkları için soketlerle tamir eden. O da yetmedi ortada kalan kabloları evin etrafında çivilerle sabitleyen insan nasıl oje muhabbeti yapabilir? Ama yapmak istiyorum.
Fikir beyan ettiğimde dinlenmek istiyorum kardeşim. Kimse sakalım yok diye dinlemiyor beni. Gıcık oldum demin. Sakalım yok diye mi dinlemiyorsunuz dedim. Sustu kaldı herkes ne diyo bu yahu diye.

Manikürüjm pedikürüm yok. Düğünden düğüne kuaföre giderim. Öyle topuklu ile gezemem ama kırmızı ojem var arada sürüyorum.

ÜFFF İŞTE.....

Perşembe, Aralık 09, 2010

KRALİÇE LEAR


Kraliçe Lear gerçekten güzel bir oyundu. 82 yaşındaki Yıldız Kenter'i zımba gibi sahnede izlemek insana tuhaf bir his veriyor. Ve o yaşta amuda kalkması. Kendimi düşündüm acaba ben de amuda kalkmaya ve perende atmaya devam edebilecek miyim? En azından bir süre edecekmişim gibi. Ama etrafımdaki arkadaşlarımın görüntü itibariyle birer amca ve teyzeye dönüşmesi hiç hoşuma gitmiyor. Neden kendi bedenimize iyi bakmıyor ve onu huncarca harcıyoruz?

Böyle kendine paspas gibi davrananlara gıcık oluyorum. Bana ne oluyorsa di mi:)

Oyunun biletleri http://www.mybilet.com/eventinfo.php?eventid=7026 burada.

Yıldız Kenter'in yanındaki Sedef Şahin'i de çok beğendim.

Bu arada Mybilet'ten bilet almaya bayılıyorum. Keşke daha çok gösterinin biletini satabilseler. Biletix gibi adamı donuna kadar soymuyor. Sırf Biletix'ten almamak için çoğu etkinliğe gitmiyorum.

Çarşamba, Aralık 08, 2010

İĞRENCIZ

Eyleme giden kızcağız neden hamile hamile eyleme gitmişmiş. Birincisi polisin orantısızlığını hesap edememiştir. İkincisi kendi çocuğunun geleceğini düşündüğü için daha bir hevesle eyleme gitmiştir. Üçüncüsü size ne?

Bir de nasıl hamile kalmış olmasına takmışlar. Yahu bu kadar mı ikiyüzlü bir toplumuz biz? Evet ikiyüzlüyüz de! Bu kadar kör gözün parmağına olunca gene tepemin tasının attırdılar.

Her gün magazin basınında evlenmeden doğuran, ya da hamile kalanları okumuyor muyuz bre allasızlar. Onlar yapınca çok şükür. Elin kızı yapınca yarabbi çok şükür. Bu toplum Bülent Ersoy'u yaratmış bağrına basmış ama sokak köşelerinde eşcinselleri avlayan iğrenç bir toplum.

ALLAH ALLAH


İnsanların hayatlarının 360 derece değişip ileriye doğru gitmesine şaşırıyorum şu sıralar. Kıskanıyor muyum acaba? Belki de!

Aynı şekilde 360 derece değişip kötüleşmesine ise şaşırmıyorum. Çünkü her şey bir anda yokuş aşağı gidebilir. Hayatın iyiye gitmesi benim için mucize ile eş anlamlı. Acaba hayata olumsuz bakıyor olmakla alakası olabilir mi?

Bilmiyorum ne şekilde bakıyor olmakla alakalı ama işte böyle bir sürü mucize dönüyor etrafımda ben de allah allah diyiyorum oturduğum yerden.

Salı, Aralık 07, 2010

.....

Hiç uyuklarken başınızın boşluğa düşmesiyle uyandığınız ama uykunun tatlı gelmesi nedeniyle başınızın boşlukta salınmasını bile engelleyemediğiniz oldu mu? Olmamış olması imkansız gibi geliyor. Neyse ben iş yerinde bazen o hale geliyorum. Ki şu an şu dakka o haldeyim. Ne yapacağımı şaşırdım. Bari blog yazayım dedim.

Hafta sonu uzun zamandır geçirdiğim hafta sonlarına göre epey haraketliydi. Cuma akşamı Av Mevisimi'ne giderek açılışı yaptım. Bence güzeldi. Öyle bık bık eleştirileri çok kıçınıza sallamayın derim. Bana ne uzun geldi ne sıkıcı. Filmden çıktıktan sonra da Nevizade'de toplanmış olan kuzenim ve iş arkadaşlarının yanına uğradım. Dün öğrendim ki! Hiçbir şey yemememe rağmen. Degüstasyon denen dandik mekan benim için 65 lira fiks menü parası almış organize eden kişiden. Dün başımdan aşağı kaynar su döküldü. Ulan dedim ben bir şey yemedim ki! Bana tabak bile konmadı ki! Ben gittiğimde yemeklerini yemişlerdi. Toplasan 30 dakika durdum zaten. Telefon ettim apti bir garson çıktı. Yarın mekanı basmaya gideceğim. Rezilliği görüyor musunuz? Gecedeki kişilerin demesine göre mekanın yemekleri boktanmış. Demem o ki! Gitmeyin gideni de uyarın burası dandik bir meyhane. Pisler acayip canımı sıktılar. Neyse!
(Çarşamba günü gittim ve 35 liramızı geri aldım. Yemeyenlerden masaya uğrasalar da 30 lira para alınıyormuş. )

Cumartesi sabahtan gümüş kursuma giderek yeni bir sayfaya başlamış oldum. Sultanahmet ile Cağaloğlu arası bir atölye. Şimdilik yeni her şey ileride gelişmeleri paylaşırım. Akşamına da Lise'den birbirini yıllardır görmeyen arkadaşlarımla buluştum. Ben hepsini ayrı ayrı görmüştüm.
O da keyifli geçti. Pazar da bir bütün günü pinekleyerek geçirdim.

Cuma, Kasım 26, 2010

GENE BİR ÜFF VE DE PÜFF

Hayata sanki seyirciyim. Geçmişim bir televizyonun karşısına kanallar arasında geziniyorum. Bir şey diyecek oluyorum ama sonra vazgeçiyorum. Öyle sessiz sedasız bir izlence. Kimi dünyayı geziyor. Kimi trafik kazasında ölüyor. Kimi atı almış Üsküdar'ı çoktan geçmiş. Ben bu kanalların neresindeyim hiçbir fikrim yok. İşin trajikomik tarafı ise sadece seyirci olarak kalmam. Hiç öyle insan üstü bir çabam yok ben de giriyim şu televizyonun içine diye. "İstiyor muyum?" Tv'nin içinde olmayı. Aman banane diyorum ama! Aslında böyle usul usul, kıskanç kıskanç izliyorum ne izliyorsam.

Çok mu nevtorikim?

Motorsiklet kazasında ölen dizi oyuncusuna çok üzüldüm yahu.

Perşembe, Kasım 04, 2010

ÇAKIL GARİP İNSAN


İtiraf vakti. Bazen şöyle şeyler düşünüyorum. Çölde bir miktar insanla kalsam. Suyumuz da çok az olsa. Az olan suyun bir kısmı benim sularımdan biri olsa ben ne yaparım? Valla düşündüğüm vakit suyumu paylaşma arzusunda olmuyorum. Ehh tabiiii başa gelirse elbette paylaşacağım ama gönlüm paylaşmak istemiyor. Çünkü birileri benim suyumdan içerse ben içemem. O zaman ben susuz kalırım diye tümevarıyorum.

Peki ben niye böyleyim? Annemin anlattığına göre 9 aylıktan itibaren altıma yapmayı kesmişim. Şimdi ben çocuk büyütmedim nasıl büyürler onu da bilmem ama bir bebek 9 aylıktan itibaren altına yapmıyorsa bir gariplik yok mudur yahu? Yani nasıl bir durumdur bu? Anneme nasıl olur dedim yanlışın var dedim. Yok dedi. Eeee peki napıyordun dediğimde tuvalete tutuyormuş beni. Böyle boksuz tertemiz bir bebekmişim. Bence bu suyumu kimseyle paylaşmama durumu taaa bebeklikte kendini göstermiş gibi geliyor bana. Kaldık ki kimi zaman kendi içtiğim pet şişeden iğrendiğim olmuştur. Sabahları diş fırçalarken tükürdüğüm şeyden ayrıca iğrenirim.

Böyle anlatınca kendimi düşününce benimle hayatı paylaşan zavallılara epey acıyorum. Salatayı ortadan yemeyi sevmediğim gibi bana ayrılmış salatanın temizliğiyle ilgili takıntılıyımdır da. Böyleyim filan ama kendimi de eğittiğimi bildirmek isterim. Dışarda yeme zorunluluğu iş hayatına başlayınca öğlen yemeği kavramını oluşturuyor. Eee hal böyle olunca da gidiliyor bazı yerlere. Gidilen yerler çok mu temiz oluyor? Elbette olmuyor. Tabağımda çıkan kılı kenara koyup yemeğe devam ettiğim çok olmuştur diyemeyeceğim ama 3-5 kere yapmışımdır bunu.

Gene de takıntılarım devam ediyor. Öğlen yemeğe çıktığımda kendimce gidilmeyecek yerlerim mevcut. Garsonun tırnakları iğrençti, orası yemek kokuyor, oraya güneş girmiyor, çok depresif bir yer gibi.

Özellikle koku takıntım gün geçtikçe tahammül edilmez oluyor. Allahım ileride kendi boklarımla oynamam inşallah.

HER AYRILIK YENİ BİR BAŞLANGIÇ


Hülya Avşar'a ayrılık yaramışmış. Tepeden tırnağa yenilenmişmiş. Linkteki haber bu.

http://www.gazeteport.com.tr/MAGAZIN/NEWS/GP_794281

Harbiden yaramış. Fotolar her ne kadar fotoşaplı olsa da! Darısı göt göbek bağlamış hanımlara.

ÇOLUK ÇOCUK


Şimdiki çocuklarla kendi çocukluğunuzu karşılaştırıyor musunuz hiç?

İnternet, facebook, twitter, bloglar... Koskocaman bir dünya internet. Ödeviniz için bir şey mi lazım oldu? Bir konu da bilgi sahibi mi olmak istiyorsun? Aç google'ı bir kaç dakikada bütün bilgiler senin.

Sosyalliğinizin facebook arkadaş sayısıyla ölçüldüğü, ilkokul- lise - üniversite arkadaşlarınızla kopma fırsatınız olmayan yeni bir yaşam şekli. Her şeyden haberdar olacak yeni bir nesil. Peki, bu neslin bizi daha aydınlık bir geleceğe götürmesi gerekmez mi? Daha duyarlı olmaları?
Niyeyse teknoloji ve gelişmişlik arasında bizim ülkemiz açısından ters korelasyon var. Her bilgiye erişebiliyorlar, her şeyi bilme olanakları var diye. Daha akıllı daha duyarlı olmuyorlar ne yazık ki!

Çocuk sahibi olacağım günleri düşünüyorum. Nasıl eğitebileceğimi? Nelere yasak getireceğimi? Ne kadar sözümü dinletebileceğimi? İstiyorum ki! Çok duyarlı olsun, aklı beş karış havada olmasın. İnsanları özellikle hayvanları çok sevsin. Bir sürü şey istiyorum. Benden bir tane daha yaratmak istiyorum. Ne kadar fena bir istek değil mi? Hâlbuki onun bir karakteri olacak. Bakalım o karakter neleri sevecek?

İşte böyle düşün düşün çoktur işin.

Salı, Kasım 02, 2010

İŞTE BENİM DÜKKAN


işte benim dükkan. pinom sayesinde.

Salı, Ekim 26, 2010

DİN BU MU?

Din olgusunun bu şekilde hayatımızı olumsuz etkilemesi hiç ama hiç hoşuma gitmiyor. Ve sorgulamadan düşünmeden inanan onca insan beni çok rahatsız ediyor. Körü körüne bağlanmak ne kadar tehlikeli.

Kadınları öcü olarak görüp onların toplumda seslerini duyurmasına karşı çıkan yobazlara ve bu yobazlarla aynı kaptan yemek yiyen kadınlardan tiksinti duyuyorum.

Pazartesi, Ekim 25, 2010

BAYIK BEN

Çok keyifsizim. Geçen hafta çarşambadan beri gribim. Ateşim heralde çok çıkmadı. Evdeki iki dereceden biri sürekli 36.5'ta diğeri de 37'de takılı kaldığı için doğruyu ölçemedim bir türlü. Cumartesi günü bir de düğün sıkıştırdık. Pazar gününü ise mal gibi geçirdim. Bugün ise vakit bir türlü geçmiyor. Burnum tıkalı, halsizim, öksürüyorum. Yani çok bayığım çok.

Cuma, Ekim 15, 2010

HASTA OLDUN YANDIN

Benim itaat problemim var. Böyleyken birini de itaat etmesini sağlamaya çalışmam. Çünkü hemen kendimi o insanın yerine koyup asla ve kata yapılamayacak bir şey için zorlamam.

Bahsetmek istediğim aslında çok farklı konular var niye yukarıda bu satırları yazdım bilmiyorum birden içimden geldi.

Birinci önemli sorunum sağlık sisteminin nasıl paralı hale gelmiş olması.

Güvenip gidecek doktor bulma sorunum. Yanaklarım da egzema gibi bir şeyler oldu ve kabardı hatur hutur kaşınıyorum. Doktor araştırmasına giriştim. Hepsi özel hastanedeler ya da özel muayaneleri var. Ve 250'de aşağı değiller. Şimdi bu para çok değil mi? Sistem tamamen parası olana iyi ve kaliteli hizmet anlayışında.

Bu tip bir mesleğim yok ama eğer olsaydı. İyi de bir doktor olsaydım bu kadar çok para almazdım bundan eminim.

Pazar, Ekim 10, 2010

SONUNDA GERÇEK KEÇE

Bu keçe çantası benim eserim diyebilirim. Sonunda keçe nasıl yapılırı öğrendim ya! gam yemeyeceğim. Böyle bir mit gibi bir şeyken kanlı canlı bir şey oldu.

Ama itiraf ediyorum epey zahmetli bir süreç. Yapak gibi keçe yünleri alınıyor. Tek tek yolunup sırayla bir şablonun üzerine diziliyor. Sonra sabunla suyla bu hale getiriliyor. Bu işlem benim 5 saatte yapabildiğim bir şey oldu. Çok yorucu sabır isteyen bir şey.

Ama rengiyle, görünüşüyle pek hoşuma gitti. Kendim yaptım diye demiyorum hoş oldu:) Sonunda keçe toplar yapmayı da öğrendim. O da bir mit olmaktan çıktı. Benim bu çalışmam Nako'nun yünleri ile yapılmadı. Onun ile yapılan çalışmalar pek güzel olmuyormuş çok sert olduğu için öğretmenin yurtdışından getirdiği yünler ile yaptım. 100 gramlık kırmızı yün 10 liraydı. Düşünün nasıl pahalı. Nako'nunkiler 2.5 liraymış. Ben de abime becerebileceğinden emin olmadan keçe yünü ısmarladım.


Perşembe, Ekim 07, 2010

KIŞ


1000 yılın en soğuk kışı olacakmış öyle diyorlar. İnanırım nasıl ki sıcaklar bizi mahvetti. Kış da gümbür gümbür geliyor. Bugün yataktan hiç çıkmak istemedim. Üşüdüğüm için değil sadece keyif yapıp yorgan altında biraz daha uyumak istedim. O yüzden cumartesini hevesle bekliyorum.

Bu arada pazar günü keçe workshop'una gideceğim. Kursuna katılamıyorum çünkü salı günleri hafta içi veriliyormuş.

Bu arada mandalina diye görsel aratınca bir sürü hatun resmi çıktı. Çok komik.

BUNDAN ÖTE AŞK VAR MI?




Pazartesi, Ekim 04, 2010

ÜFÜRÜK PÜFÜRÜK


Gene ağlak moda geri döndüm. Varolmaya katlanamama durumu söz konusu. Blog görüntüsüyle bu kadar uğraşan var mıdır bilmiyorum. Değiştirdiklerim zaten çok hoşuma gitmiş olmuyor da günü kurtarıyor. Bir dahaki gözüme kötü görünmesine kadar. Hazır şablonların hiçbiri hoşuma gitmiyor.

İstanbul'da dün deprem oldu. Evimden epeyce hisettim. Bayağı sesli sesli sallandık. Ev çok da sağlam değil belki de. Çatı katında olmam çatının tahta olması biraz beni kurtarıyor. Ama en çok strese sokan uykuda yakalanırsak. Yumuk'la Mumuk'u nasıl bulup da kendimizi kurtaracağımız?

Bireysel hiçbir hazırlığım yok. İkametgahım bile bu evde değil. Valiliğin mahalle gönüllüsü kursuna gitmek istiyorum geçen seneden beri. Bir adım atmış değilim. Öylece bekliyorum felaketi.

İşin ilginç yanı pazar sabah uyandığımda İstanbul'da deprem olmuş ben uyumaya devam etmişim saat 13.30'a kadar gibi bir rüya görmüş olduğumdu. Akşamına deprem olunca daha çok etkilendim. Ama kimse benim rüyada depremi görmüş olmama takılmadı. Belki ben abarttım.

Bugün ters tarafımdan kalkmışım. Her şey olumsuz görünüyor gözüme. Kavga edesim var herkese gıcık olasım var. Niye bilmem. Halbuki güzel bir hafta sonu geçirdim. Ayın biri kilisesi denen yere gidip dileklerde bulunduk. Hoş ayın ikisine denk geldi ama belki tutar diye gittik işte. Sonra tasarım haftası var diye eski Galata köprüsünün altına gittik. Hürriyet'in ana sayfa tasarım hazırlanması workshopuna katıldık. Belki hazırladığımız birinci seçilir diye umutlandık falan filan.

Şimdi bu depresif, karanlık hisler de nereden çıktı geldi.

Bir arkadaşım Macahel'e gitmiş çok da güzel bir video hazırlamış. Oraya gidip inzivaya çekilesim var.

Özgür olmak istiyorum. İşe gitmek gelmek zorunda olmak bana koyuyor. Sanki sadrazamın sol cenabıyım da böyle bir çalışmama arzusu. Ama sürekli para harcama isteği. Etkinlik peşinde koşturma zevki.

Off bilmiyorum felek artık bana da bir baksan diyorum.

Perşembe, Eylül 30, 2010

HAYALLERİM VE BEN

Hadi biraz hayallerimden bahsedeyim.

Bahçeli bir evim olsun eski tip. Tek katlı, ön bahçesi sokağa bakan, beyaz minik çitleri olan. Sokak nezih bir sokak olsun. Bir sürü arabanın parkettiği bir sokağı olmasın. Amerikan filmlerinde gördüğümüz tarz. Öyle ihtişamlı olanlardan değil.

İnternette arattım ama bulamadım mütavazı bir resim.

Sonra özgür olmak istediğim zaman istediğim işimi halletme hürriyetim olsun istiyorum. Bu da bir hayal evet. Hafta içi bazı şeyleri yapamıyor olmanın verdiği kısıt beni o kadar boğuyor ki! Belki de cumartesileri de çalışmak durumunda kalacağım bir işim olacak bu düşünce beni daha da boğuyor.

Cumartesileri tümden çalışmak yasak olsa keşke.

Ve emekliliğime daha 25 yıl var. Bir ev sahibi olmak ise hayalden öte bir rüya.

Ahh regl geldin gene içine ettin duygularımın.

Cuma, Eylül 24, 2010

ESKİ PORSELENLER


Ben eski porselenlere bayılıyorum. Ama hepsine değil böyle ince ve allı güllü olanlarına. Eski evsahibim annesinden kalma kap kacağı bana al senin olsun diye bıraktığında içinden çok şirin porselenler de çıkmıştı.

Geçen aylarda da eskiciden 3 tane tatlı tabağını 3 liraya almış evdeki takımım ile örnek olmalarına hayli sevinmiştim. Bugün de aynı eskiciden bir çorba kasesini 35 liraya aldım. Artık bilmiyorum ucuza mı pahalıya mı aldım. Aldığım porselen tipi ucuz olanlardan mı pahalı olanlardan mı? Altında Bavaria Germany yazıyor.Ne yazık ki bu işten anlamıyorum. Ama ilerinde kocaman bir salonum salonumun da kenarında eski tip bir vitrinim olsun istiyorum. Bütün ıvır zıvırımı çinkolarımı sergileyeyim. Ben bir de kullanmaya kıyamıyorum hiçbirini.

Pazartesi, Eylül 20, 2010

KAH ORADA KAH BURADA


Geçen hafta haftanın 5 günü rakı balık yaparak kendimce tarihe geçtim. Ancak 5. rakı balıkta balık yiyebildiğimi çünkü meze yemeyi reddettiğimi de belirtirim.

Bu arada son bitirdiğim kitap. Kemal Suman'dan " Kah orada Kah burada" adlı çok tatlı bir anı kitabıydı. Kemal Suman yıllarca rehberlik yapmış sonra yaşadıklarını bu kitapta toplamış. Dili çok akıcı son derece keyifli bir derleme. Tavsiye ediyorum. İçinde çok absürd hikayeleri barındıyor. Rehberlerin işlerinin ne kadar zor olduğunu bir kez daha hatırlattı.

KIŞ ÇABUK GEL

Hülya Avşar’a ve bazı CHP’lilere aklım ermiyor. Baykal zamanı daha çok oyumuz vardı demek nasıl bir inanışın sonucu hakikaten anlamak çok zor. Kemal Bey böylesi uğraşmasa nah yükselirdi oyunuz.

Hülya Avşar’a gelince, “Fatmagül’ün Suçu Ne” onların versiyonunda daha inandırıcıymış. Yahu sen o sahneleri çekerken zevk olmadıysan ben de damataşı olayım.

Bir de şu türk milleti kokuyor hadisesi. Gelen giden ünlüler twitter hesaplarında Türkler koyun gibi kokuyor diyince herkes ayaklandı. Koyundan beteriz yemin ederim. Pazartesi sabahı insan niye ter kokar. Abicim üstündeki kıyafeti 30 bin kere giymek ne demek? Ben dayanamıyorum. Toplu taşımla sehayat ettiğim için de çok pis batıyor durum bana. O yüzden kışı özledim. Şu yaz deflenip gitsin. Herkes kalın montlarını giysinde en azından is koksun. Tabii montu kokan insanlar da yok değil. Mont demek hiç yıkanmaması gereken bir şeymiş gibi davranmak bize has. Yemek ve sigara bileşimi iğrenç bir koku bahsettiğim.

Çarşamba, Eylül 08, 2010

YAZIK

Kimin rantı varsa o Evet diyor. İçi de boş o evetçilerin söylemlerinin. Kimi hayır diyecekler de şöyle bir girizgah yapıyor. Erdoğan'ın gizli bir gündemi yok aslında o şöyle iyi böyle iyi ama bu demokratikleşme sağlayan bir anayasa değişikliği değil.


Evet ben radikal islamcılar gibi radikalim ve AKP düşmanıyım. Sağduyum yok aklım yok ama kesinlikle gizli gündemi olduğuna eminim. Hiç öyle iyi niyetli biri olarak düşünmüyorum. İnançlı olduğunu da düşünmüyorum. Allah korkusu olan adam böyle yolsuzluklarla birilerinin başını ezerek yükselmezdi. Bence onda Tanrı kompleksi var. Yani herif kendini tanrı sanıyor. Yazık valla üzülüyorum kendisine.

Salı, Ağustos 31, 2010

Dizi Canavarı: Dexter 5. Sezon: Kamera Arkası

Dizi Canavarı: Dexter 5. Sezon: Kamera Arkası: "Dexter 5. sezona hazırlanırken (26 Eylül), dizinin ana karakterleri 5. sezon hakkındaki görüşlerini paylaşmışlar.

Dizi canavarının linkinden izleyebilirsiniz.

Dexter bittiğinde sanırım çok eksik kalacağız biz onun hayranları olarak.

Cuma, Ağustos 27, 2010

MÜZİK VE SESSİZLİK

Okuduğum kitapları ne yazık ki unutmaya başladım. Kütüphanemdekileri bazen okuyup okumadığımı hatırlayamıyorum. Öyle kitapları haşat ederek okumadığım için anlaşılmıyor da. Bir yerlere not alıyorum. Sonra not almayı bi süre unutuyorum gene aynı tas aynı hamam.

Tatildeyken başladığım, dün bitirdiğim kitabı buraya not düşmeyi unutmayayım bari dedim.

http://www.idefix.com/kitap/muzik-ve-sessizlik-rose-tremain/tanim.asp?sid=LOMD17IJVS7SF5DD2GOD

Tanıtımı bu şekilde.

Ben kitapçıda görüp almıştım. Anladığım kadarıyla öyle çok da bilinen bir kitap değil.

Rose Tremain- Müzik ve Sessizlik

Kitabın kahramanlarından biri olan genç müzisyen Peter Clair'i çok sevdim. Onun Emelia ilen olan aşkına ise çok imrendim.

Tarihi romanlardan biri. Öyle mutlaka okuyun diye tavsiyede bulunmuyorum. Sevip sevmeyeceğinizden emin değilim. Ama ben elimden düşüremedim.

KILIM TOPUNUZA

Aşağıdaki yazı bugünkü Milliyet'ten Mehveş Evin'in yazısından alındı. Alın bu da linki

http://cadde.milliyet.com.tr/2010/08/27/YazarDetay/1281420/macahel-i-de-hacamat-edecekler

Ben bu ülkede yaşamaktan başımızdaki cumhurbaşkanından, başbakandan ölesiye utanç duyuyorum. Böyle bir ülke ki vatansever olduğunu idda eden herkes memleketi yıkıyor. Ben öleyim de gözüm görmesin istiyorum bu çirkinlikleri. Başka türlü kaçamayacağız bu sistemden. Ya da deflenip gideyim. Unutayım Türkiye'yi hiç umrum olmasın.

İçimdeki İnsanı öylesine yok etti ki bu memleket. Pakistan'a daha çok üzülüyorum yemin billa. Yaşanan felaketlere kulağım tıkalı gözüm kapalı. Rize'de sel olmuş. İnsancıklar ölmüş. Eeee so what. Kızıyorum. Neden Karadeniz'in içine ettiniz öyle evler yaptınız da oturuyorsunuz o zaman diyorum. Sen ses çıkarmazsan öyle yaşamaya devam edersen her türlü felaket gelir kapına dayanır. Her tarafı kokuşmuş bu ülkenin. Neresinden tutsan elinde kalır. Bir de böylesine her şeye duyarsız insamız varken. İnsanı bırak karadenizdeki heslere karşı ses çıkaran hangi ünlü var. Niyse sesleri yok niye konserlerinde üç beş kelime etmiyor. Toplumsal duyarlılığı arttırmıyorlar? Üfff kılım topuna.


Macahel’i de hacamat edecekler

Yolda taş ocaklarını ve dava dilekçesini görmesem inanmazdım: Dünyanın 23 Biyosfer Rezerv Alanı arasında sayılan Artvin’e bağlı Macahel’de bile HES planlanıyor. Buna hangi insan evladının gönlü el verir?


Artvin’in Borçka ilçesi sınırları içindeki Macahel, UNESCO’nun dünya üzerinde ilan ettiği 23 Biyosfer rezerv alanından biri. Türkçesi şu: Altı köyün (Camili, Düzenli, Efeler, Kayalar, Maral, Uğur) bağlı olduğu yöre, sadece Türkiye’nin değil, Avrupa’nın da insan eli değmemiş tek orman ekosistemine sahip. Sadece buraya has bitki ve hayvanlar yaşıyor.
Kendi gözümle Macahel’i ve dava dilekçesini görmesem inanmazdım: Evet, yeryüzü cennetlerinden biri sayılan bu bölge de HES (hidroelektrik santral) tehlikesiyle karşı karşıya! Macahel’e giden virajlı, sarp yola girdiğinizde hummalı yol çalışmalarıyla karşılaşıyorsunuz. Sanki Türkiye’nin başka dağında taş kalmamış gibi taş ocakları kurulmuş. ‘Karadeniz isyanda’ başlıklı yazı dizisinde HES’lere giden yolun başında taş ocağı kurmak olduğunu, bu sayede bölgenin ‘SİT alanı olma özelliğini’ kaybettiğini, ardından hazırlanan bir ÇED (Çevre Etki Değerlendirme) Raporu ile göz açıp kapayınca kadar şantiyelerin kurulduğunu ve HES’le birlikte bölgenin tahrip edilip geri dönülmeyecek noktalara getirildiğini yazmıştım.

Haber bile vermemişler
Şimdilik Doğu Karadeniz turlarının en güzel duraklarından biri olan Macahel, sözkonusu projeler hayata geçerse talan edilecek. Sonra arayıp da bulun bakalım Kafkas arısını, balcılığı, kelebeğin, el değmemiş ormanları...
Allah aşkına, değer mi?
Avukat Yakup Okumuşoğlu’nun Çevre ve Orman Bakanlığı’na açtığı dava dilekçesinde, Dağlar Enerji Elektrik Üretim A.Ş’nin Sarnıç 1-2 regülatörü için “ÇED gerekli değildir” kararının yürütmesinin durdurulması isteniyor. Facianın nasıl sinsice geldiğini anlatabilmek için kısaltarak aktarıyorum:
1- Sarnıç 1-2 Regülatörü ve HES hakkında Macahel Camili Yöresinde herhangi bir muhtarlığa bilgi verilmiş değil.
2- “Çed Gerekli Değildir” kararından Camili havzasında yaşayanlar haberdar edilmemiş, yörede bazı faaliyetler başlayınca halkın tedirginliği artmış. Artvin Barosu avukatlarından Bedrettin Kalın’ın başvurusu neticesinde 14-01-2009 tarihinde Sarnıç 1-2 Regülatörü ve HES hakkında hazırlanan Proje Tanıtım Dosyası ve üst yazısından, projeye 16-9-2008 tarihinde “ÇED gerekli değildir” kararı verildiği öğrenilmiş.


Davacılar kim?
Borçka ilçesine bağlı Macahel (Camili Yöresinde) yaşayan, evleri olan, Efeler Deresi Vadisi’nde (Macahel-Camili Havzası) yüzen, balık avlayan, piknik yapan, dere boyunca yürüyüş ve kamp yapan, balcılık faaliyeti ile uğraşan, yaylacılık yapan, vadiye gelen çok sayıda yerli ve yabancı turistlere rehberlik eden TC vatandaşları. En büyük kaygıları, bölgenin güzellikleri ve kültürel değerlerini gelecek nesillere aktarmak.
Peki Macahel’de HES inşasına başlanırsa ne olur?
Biyosfer Rezerv alanı olan Machael, aynı zamanda Milli Park özelliğine sahip ve SİT karakteri taşıyor. Havzayı oluşturan Efeler Deresi Vadisi’nde yapılacak HES, davacılara göre ekolojik bütünlüğü ciddi olarak tahrip edecek.
Yani bu sayfada gördüğünüz o güzelim fotoğraflar tarihe gömülecek. Buna hangi insanın vicdanı elverir? İster Diyarbakır’da yaşayın, ister İstanbul’da. Macahel’e gelecek en ufak bir zarara karşı sesinizi çıkartmazsanız, bu ülkeyi sevdiğinizi iddia etmeyin!

Perşembe, Ağustos 26, 2010

ÇOK ŞİŞKOYUM YA DA ALGIM FENA HALDE BOZULDU


İtiraf vakti.

Saçlarımı kestirdiğimden beri kendimi şişkocuk hissetmeye başladım. Aynaya baktığımda karşımda duran kişi ben değilmişim gibi duruyor. Çok farklı bir hali var saçın ama ben yataktan kalktığım gibi geziyorum. Kimi insanın eli çok maharetlidir. Bir el atar saç süper durur. Bende o durum yok tabii. El atsam da bir halt olduğu yok.

Bu aralar aynalar bana düşman. İnsan irisi gibi hissediyorum hatta kendimi öyle görüyorum. Böyle "0" beden olsam çok mutlu olacağım. Öyle manyaklar gibi yediğim yok zaten abur cubur zevkimin olmadığını daha önce söylemiştim. Yemek yemenin tek elle tutulur yanı yaşamak için oluyor olması. Yaşamak için yemek yemek zorunda olmasam inanın hiç yemek yemem o kadar yemeğe olan düşkünlüğüm. O zaman niye insan azmanı görüyorum kendimi. Çünkü ufak tefek olsam da kemiklerim çok iri. Çoğu da kas acayip kılım kendime. Bir de spora yazılı olduğum halde gitmiyorum. Bir de arabayı park ettiğim yeri kaybetme stresi eklendi üzerine tuz biber oldu. Yarından itibaren gitmeyen eşek olsun diyorum. Ya erkenden kalkıp yüzmeye gideceğim ya da böyle aynalardaki aksim tiksinç gelecek kendime.

DELİLİK

Arnavutköy'ün delisi meşhur ya da ben öyle düşünüyorum. Onlardan biri adını ne yazık ki unuttum. Belki de öğrenmediğim için aklımda hiç kalmadı.

İşte o elinde radyosu bazen çayı bir aşağı bir yukarı yürüyüp duruyor. Yemeğe çıktığımda da akşam işten çıktığımda da hep karşıdan bana doğru yürüyor oluyor. Öyle bir durum ki! Anında gardımı alıyorum. Çünkü hızlı hızlı üstünüze doğru gelip korkutabiliyor. Ya da tükürebiliyor, sarılabiliyor. Gardımı alıyor olmam beni rahatsız ediyor. Neden ondan korkuyorum ki! Nedeni şu; topluma açık bir alanda beni zor durumda bırakmasından endişeleniyorum. Halbuki tükürmesi dışında çok da bir zararı yok. Hızlı hızlı gelip sadece bir soru sorup gidiyor çoğu zaman. Uzun zamandır da tükürdüğünü görmedim. Tükürmesi benim için tabii ki ölüm. Yani heralde o an ruhumu teslim edebilirim üzerime gelirse.

Öğlen baktım gene bana doğru geliyor. Ama yolumu değiştirebileceğim bir mesafede değiliz. Çoğu zaman bir arabanın arkasından geçiyorum ya da dönülecek sokağa giriyorum. Ama şimdi sadece o ve ben vardık. Yanda da evler. Bana doğru geldi. "Hayırlı ramazanlar. Nasılsın?" dedi ben hızımı kesemedim, yürümeye devam ettim. "Sağol, iyiyim" dedim. Sesimin en ince tonuyla. "Bu karşılaşmayı da atlattık." dedim içimden. Bazen boş anınızda yanınızda bitiyor. Yolu tesadüfen Arnavutköy'e düşüp onunla karşılaşanlar ne düşünüyordur acaba. Bir abisinin de onun gibi olduğunu ama 2 yıl önce öldüğünü, caddede büyükçe kagir bir evde yaşadığını, annesinin hasta olduğunu, esnafın onunla dalga geçtiğini, itilip kakıldığını..... Bilmiyor elbette.

Salı, Ağustos 24, 2010

ÜZÜLÜYORUM BE BLOG

Canım sıkkın blogcum.

Dün 5N1K'ya denk geldim. Konu ünlüler evet mi diyor hayır mı idi. Mustafa Altıoklar neden hayır diyeceğini o kadar güzel anlattı ki. Bunun üstüne Zeynep Tanbay hanfendü evet diyeceğini çünkü yargının özgürleşeceğini düşündüğünü söyledi. Mustafa Altıoklar yargı hükümet tarafından seçilip denetlenecekse yandı gülüm keten helva o zaman nasıl bir adalet düzeninden bahsedebiliriz dedikçe kadın ilkokul çocuğu gibi evet de evet dedi. Bu ünlüsü okumuş görmüşü. O zaman Emine Teyze'yi nasıl ikna edersin. Müjdat Gezen de 12 Eylül döneminden daha beter bir yasakçı düzen içindeyiz dedi. O hanfendü ise yooo çok özgür her şey dedi. Sanki kimse duygu ve düşüncelerini söylemeye çekinmiyormuş gibi. Basın üzerinde hiçbir baskı yokmuş gibi.

Sinir oldum ama sinir olduğumla kaldım. Üzülüyorum be blog. Ne günler bekliyor bizi.

Perşembe, Ağustos 19, 2010

OLMAZSA OLMAZLAR

İki saniye önce bloga giriş yaparken ne yazmak istediğimi biliyordum. Ancak şimdi aklımdan uçtu. Niye giriş yaptığım konusunda hiçbir fikrim yok.

Neyse başka şeylerden bahsedeyim ben de.

Her insanın olmazsa olmazları vardır. Kimlerin ne gibi olmazsa olmazlarına girmeyeceğim ancak benim olmazsa olmazlarım şunlar.

Hoş der daim çantamda taşıdığım filan yok çünkü o kadar disiplinli bir çanta düzenim yok. Hatta biraz savruk bile sayılabilirim.

Yaz günlerinde mutlaka ihtiyaç duydum şey yara bandı. Ayağıma vurmayan ayakkabım yok gibi bir şey. Terlik bile giysem eğer gününde değilse terlikçiğim vurmaya karar verebilir.

Evde mutlaka olması gereken ilaç, benim için Parol'dür. Öyle ilaç düşkünlüğüm yoktur. Bu, laf olsun diye söylediğim bir şey değil. Kimi der hiç ilaç kullanmam diye ama ecza dolabı çıkar çantası. Benim evden kalan bir alışkanlık ile başım ağrıdığında ki bazen çok sık ağrır. Ateşim çıktığında, halsiz hissetiğimde kullandığım tek ağrı kesici Parol'dür. Hatta Haşimatom dışında kullandığım tek ilaç.

Çantamda kalem kutum hep olur. Gece gezmelerinde ve minik çantalarımı kullandığımda koymam sadece.

Evde kolonya. O da olmazsa olmaz benim için. Kendimi kötü hissetiğimde onun serinliğine, kokusuna ihtiyaç duyarım hep.

Bir günlüğüne bir yere kalmaya gidiyorsam. Don ve çorap olmazsa olmazımdır. İllaki koyarım. Bir yere kalmaya gittiğimde de pijamamı almadan gitmem.

Olmazsa hiç aramam dediğim şey ise taraktır. Bir ömrü taraksız geçirebilirim:)

Çarşamba, Ağustos 18, 2010

PAKİSTAN

Haberin başlığı aşağıdaki gibi. Devamını da linke tıklayarak okuyabilirsiniz. Hamas için ayaklanan, yardımlar toplayanlar, neden Pakistan için susuyor anlamış değilim.


Acil ihtiyaç olarak belirlenen 460 milyon doların üçte biri toplanabildi. Milyonlarca insan susuzluk, açlık, hastalıkla yaşıyor. Pakistan hükümetine göre Taliban'ı bahane edip yardımı ağırdan alan Batı ülkeleri, mağdurları militanların kucağına itiyor.



http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=1014212&Date=18.08.2010&CategoryID=81

Yardımlar için de;

http://www.unicefturk.org/index.php?p=pakistan

https://secure.avaaz.org/en/pakistan_relief_fund/?cl=708098812&v=6966

Salı, Ağustos 17, 2010

AMELİYAT BOŞA GENLER DURUYOR YERİNDE


Bir de Deniz Akkaya'nın bebişiyle fotoları vardı bugün gazetelerde. Baba güzel anne de dolaylı olaraktan güzel ama sanki Düriye ile Suriye'nin bebişi.

Diyeceğim şudur ki Deniz Akkaya özünü değiştirememiş. Ameliyatla ile günü kurtarmış ancak. Genlere de etki eder mi şu plastik cerrahlar acep.

SÜNNET DÜĞÜNÜ SAÇMALIK

Ay çenem açıldı.

Bana sünnet düğünü acayip saçma geliyor. Oldu da bi çocuk doğurdum o da erkek oldu o zaman doğar doğmaz sünnet olsun bu dert bitsin bana kalırsa. Bana kalırsası yok dediğim dedik çaldığım düdük olduğundan bana kalacak elbette. Abim bundan 39 sene evvel Hacettepe'de doğar doğmaz sünnet ettirilmiş. Sonra da kuzenler sünnet olurken buna sadece kıyafet dikmişler.

O saçma kıyafet o aman da aman erkek oldu bizim oğlan işleri hiç ama hiç hoşlaşmadığım işler. Yani benim adım hıdır diyeceğim budur.

PİS ANGELINA


Kedi uzanamadığı ciğere mundar dermiş. Ben de Angelina Jolie'ye mundar diyorum efenim. Kadının Mr. and Mrs. Smith'ten sonra çevirdiği Beowulf'u seyrettim ki o film de animasyondu. Doğru düzgün film çeviremiyor. Oyunculuk yok. Yüz artık heykele dönmüş. Ama her yerde o kadın bıktım abicim. Şimdi Marilyn Monroe'yu da o oynayacakmış. Oynamasın istemiyorum. Yakışmaz o role. Mad Men'deki Christina Hendricks oynasın. En çok o yakışır.

Taş gibi hatun hem de büyük bedenmiş. Sıçırık kollu Angelina Jolie'yi istemeyiz. Artık yapımcılar vazgeçsin kadından. Vizyondaki filmi de kötüymüş hem.

Pazartesi, Ağustos 16, 2010

WİNONA VE BEN


Abim bir aydır burada. Dolayısıyla hayat çok hızlı akıyor. Eve giriyoruz çıkıyoruz, giriyoruz çıkıyoruz..... Bu cuma ve cumartesi de sabah 5'ten önce girmedik eve. Sürekli yedim ve içtim. İçtiğim abuk subuk içkilerin haddi hesabı olmadı. Hafta sonları hayat böyle geçince insan yaşadığını hissediyor tabii. Cumartesi günü abim arkadaşlarıyla yemekteyken ben de benimkilerle asmalımescit sonrasında da küçük beyoğlu'nda sıcaktan şıpır şıpır terleyerek alemlere akıyorduk.

Çok bilmiş biri olarak arabayı yanan beşiktaş iskelesinin olduğu sokağa koydurttum. Recep'in de ofisinin olduğu önündeki otobüs durağını kaldırdıttığı yer yani. Ben Küçük Beyoğlu'ndayken abim de Beşiktaş'tan Taksim'e gelecek benim eve dönüşümü sağlayacaktı. Ancak durum arabayı çektikleri için öyle gelişmedi. Tabii başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Çünkü parka parketmişken burada tinerciler var oraya parkedelim diyen bendim. "Orada aracınız çekilir yazmıyor. İspark'da değil. Nasıl çekerler diye!" Küçük Çakıl yani ben. Anında bir anarşike ve faşiste dönüşüverdim. Asmaya kesmeye başladım. Sonuç; aracın Kuruçeşme'de olduğunu söyleyen telefondaki dallama sonra aracın kayıplara karışması, uzun uğraşlar sonucunda Tarlabaşı'nda bir otoparka çekildiğinin öğrenilmesi. Yanlış yere parkedildiği için değil harfiyat kamyonları nedeniyle çekilmiş. Herhangi bir cezası yokken. Taksi parası yanlış yönlendirmeleri nedeniyle cezanın yarısı kadar etti.

Gerçekten bu memlekette yaşamak çok zor. Biz böylesine zorlanırken. Yıllarca yurt dışında yaşamış sonra dönmüşlerin bunalımlı hallerine söylenecek hiçbir söz yok.

Dün de saçlarımı kestirdim. İçimden yeni bir ben çıktı. Acayip hoş oldu bana göre. Yani yeni bir sayfa açılabilir bu halde:)

Winona'nun bu saçı gibin accık. Çok seviyorum bu hatunu. Biri aynı ona benziyorsun dese valla ağzım kullaklarıma varır.

Cuma, Ağustos 13, 2010

YAŞLILIK


Neden bilmiyorum ama yaşlılarla çok çabuk ahbaplık kurarım. Yanımda oturan biri yaşlı ise onunla sohbet etmem genç biriyle etmemden çok daha kolay olur.

Dinlemeyi çok severim. Soru sormayı daha çok severim. Yanımda benim tanıdığım başkaları da varsa genel de konuşan ve soru soran ben olduğum için dinleyenlerin benim sorularıma içi katılır. Gene başladı ömür törpüsü sorular diye düşünürler.

Taksiye binmişsem, pazardaysam hele de karşılık veren var ise konuşmadan duramam. Elbette ağzımdan tek kelime çıkmadığı zamanlar da olur. Keyfim yoksa hiç konuşasım olmaz.

Hayat hikayelerini hep merak ederim. Biri bana birinden bahsederken benim sorularıma hazırlıklı olmalıdır. Her şeyi öğrenirim. Niye bilmiyorum. O kişinin hikayesine dalarım en ince ayrıntısına kadar öğrenirim.

Biraz önce öğlen yemeğinden dönerken. Buralarda çok sık gördüğüm üstü başı kir içinde tuhaf kombinasyonlarda giyinen yaşlı bir teyze bana laf attı. "Cep telefonun var mı?" dedi. "Noldu ki ?" diye kaçamak cevap verdim. O beni duymadı tekrar cep telefonun var mı diye sordu. Hijyen dedektörlerim kadının halini görüp yok demek istedi ama diyemedim. "Var"dedim geri yanına yürüdüm. Nasıl sevindi anlatamam. Numarayı söyledi anladım ki İzmir numarası. Biri "Alo" dedi. "Arnavutköy'deyim bi teyzenin yanındayım o söyledi aradım sizi. Tanıyor musunuz? " dedim. "Tamam" dedi karşıdaki. Verdim telefonu teyzeye belli ki Rum teyzem. Konuştular ama karşıdakinin ne dediğini anlamadı bana verdi. Karşıdaki "Ben ev telefonumu kapattıracağım çok vergi geliyor. Cep telefonumu söyleyeyim yazsın bir yere" dedi. Allahtan yanımda kalemim kağıdım vardı. Not ettim söylediği numarayı. "Siz dedim kızı mısınız?" "Evet" dedi karşıdaki. "Ya kaybederse numarayı size ulaşabilir mi?" " Valla komşularda var cep numaram ama" dedi. "Peki" dedim kapattık. Teyzeye de sıkı sıkı tembihledim aman kaybetme numarayı. Kapatıyormuş kızın ev telefonunu. Aklı bir karıştı teyzenin. Kimbilir ne hayat yaşadı? " Ses tonun çok güzel kaybetme sakın. Annene çok selam söyle " dedi. "Ankaralıyım ben teyze" dedim. Bir sürü güzel şeyler söyledi. "Arada uğra" dedi. Yanından, bahçedeki sandalyede oturmasını çok güneş olduğu söylerek ayrıldım.

Ama soramadım necidir? kimlerdendir?Öğretmenmiş bi onu anladım. Aklı gidip geliyor besbelli. Niye yalnız? Kızı niye ta İzmir'lerde bu burada? Bilemedim hikayesini.

Arnavutköy'de o kadar çok var ki böyle.

Perşembe, Ağustos 12, 2010

HAYIR YİNE DE HAYIR

Referandum'a gidiyoruz oyumuz Hayır'a. Ama hayıra basarken de evet diyerek basacağız. Ahh sen yok musun sen. Akepe zihniyeti senin küçük hesaplarına bir gün öyle bir cevap verilecek ki! Bunun umuduyla bu günler geçiyor.

Çarşamba, Ağustos 11, 2010

MAFYA TANIDIK İSTİYORUM


Birkaç sefer blog yazmaya niyetlendim ancak şirketin interneti buna müsade etmedi.

Bu ne sıcak? Bu ne biçim memleket? Şikayetim çok. Ne öpülmeye ne s... gelmediğimin farkındayım. Ancak bir daha kıştan şikayet edersem falakaya yatırın beni. Eldivenlerimle, ayak sobamla mutluyum ben. Ama nefes alamamaktan, terden, yapış yapışlıktan hiç de mutlu değilim.

Bu Nasa çok sıcak olacak filan demişti de sallamamıştım ben bunları. O zaman İstanbul'da kıçımız donuyordu çünkü. Bir de şunu hatırlamaya çalışıyorum. İstanbul'da yaşamazdan evvel. İstanbul'un yazları benim için iğrenç sıcak, nemden nefes alamamak, geceleri sivrisinek saldırıları idi. Sonra İstanbul'a geldim. İstanbul'un yazı o kadar da iğrenç gelmemeye başladı. Ve ben unuttum yıllar önce çektiklerimi. Diyeceğim odur ki! Bunun küresel ısınmayla alakası yok. Eskiden de böyleydi bu memleket. Sadece bir kaç yıldır serin gittiği için unuttuk esasını. Benim yeni ev de acayip kabus. Saç kurutma makinası çalışır halde oturuyorum sanki yüzüme üfleterekten. Balkon desen esmiyor. Esse de sivrisinek kabusum var. Halbuki 3 yıl öbür evde ben ne sıcak bildim ne sivrisinek. Sadece bir üst sokaktayım halbusi.

Anlatacak çok şey var. Hangi birine sıra gelecek bakalım hangi biri de unutulacak. Daha önceki gönderi de dediğim gibi Foça'ya gittim. Gitmemle oraya aşık olmam bir oldu. Yanımdakiler İstanbul'a koşarak dönerken ben ağlayarak döndüm. Tabii İstanbul'u bıraktığım psikolojim de bunu tetikledi. Allahın cezası sokağımda arabam başıma dert oldu. Cinayeti demiştim sanırım. İşte ölen adam bizim evin karşısındaki apartmanda oturuyordu. Öldüren de sokağın başında. Sokak da çıkmaz. Biz çıkmazın en sonundaki apartmanız. Ben de arabayı öldüren adamın evine koyuyordum. Ancak öldüren adamın Pezodan bozma abisi o taraftakiler arabasını bizim evin önüne koymasın demiş. Benim asabiyet tavan yaptı ama kimselere çemkiremiyorum. Abim de köye gitmeden arabayı bizim evin önüne çekip öyle gitmiş. Çünkü evsahibinin oğlu öyle demiş. Bana da diyorlardı da ben orası kötü yer diye çekmiyordum. Abimi arayıp niye oraya koydun orası kötü yer diye çemkirdim. O da anahtar sende istediğin yere git çek dedi. Ben de gittim güzel bir yere koydum arabayı. Ancak son gece sabahtan tatile gideceğim için bavullar ile yürümeyeyim diye evin önüne koydum.. Sabah arkadaşın babasının bizi alacağı yere arabayla gitmek üzere aşağı indim ki! Benim silecekleri ölen adamın beyinsiz kardeşi kökünden sökmüş atmış. Ben şok vaziyette hem ağladım hem şiştim yola öyle çıktım. İçimden de kudurdum durdum nasıl böyle bir şey yapar diye. Sarhoş olmuşmuş yapmış etmiş allahın dangalağı. Normal bir insan olmadığı için de diyalog kuramıyoruz yaptığı yanına kar kalıyor. Tipini bile bilmiyorum mal beyinlinin. Neyse gene sinirim zıplıyor düşündükçe. Ben o vaziyette arabayı Capitol'ün oraya bıraktım gittim. Abim geldi aldı yaptırdı. Önce 400 lira demişler masrafa. Sonra ikinci el hurdadan çıkma parça koymuşlar da 130 liraya halledildi. Mala gelsin cana gelmesin diye kendimi avuttum.

Bu durumda mafya tanıdığımın olmadığına da bayağı bir üzüldüm. Hepsini benzettiremediğim için, gıkım çıkamadığı için, herkesin yanına her şey kar kaldığı için.

Böyle duygularla gidince İstanbul'a hiç dönesim yoktu tabii. Bir de 10 saatimi denizde geçirince buradaki iş koşulları, ev koşulları beni dönmeye sevk etmedi. Ama el mecbur döndük. Şimdi de sıcaktan kuduruyorum. İşyerinde klima yok ölüyorum bildiğiniz gibi değil. Eve de vantilatör aldım onun karşısındayım nereye gitsem taşıyorum. Çiş bile yapsam karşımda.

Bu arada Miele'ye dellenip Almanya'ya bir e-posta daha gönderdim. Burada manyak bir yaz var ben buzdolapsız çıldırmak üzereyim diye. Ertesi gün buradakiler aradı bugün yeni buzdolabım gelecek. Bakalım bu İstanbul iklimine uygun değil varyatasını gene dinleyecek miyim?

Ya ne bahtsız bedevi çıktım ben de. Hani neyse hepsi mal. Varsın olsun.

Bu arada balkona salıncak aldık. Fotolarını çekip yayınlamalı ama foto makinam da kaput.

Çarşamba, Temmuz 28, 2010

ŞEYTAN VE KIYAFETLER

Dün heves edip biraz da şeytanın dolduruşuyla birkaç parça bi şey aldım. Eve gidince hemen yıkamaya giriştim. Makina durduğunda da içimde bir şeylerin ters gideceğine dair bir his vardı sanki. Kurutma işlemini kısa tuttum hatta. Bir çıkardım ki beyaz olan şeyler de bir pembelik. Meğer aldığım beyaz elbisenin kenarındaki kırmızı örgü akmış. Hem kendini hem de bazı şeyleri pembe etmiş. Çamaşırları astıktan sonra hayal kırıklığına daha fazla dayanamadım ve yapılması gereken bin ton işi yarım bıraktım ve yattım.

Sabah da işe gitmeden gittim verdim elbiseyi. O kadar da güzel bir şeydi ki! Yazık oldu.

Bu ay para harcama kapasitemi epey geçtim. Battı balık yan gider hesabı. Kredi kartımda küçük bir dağcık yarattım. Balkona aldığım salıncak her ne kadar 10 taksit olsa da. Her önünden geçtiğim mağaza benden faydalandı bu ay.

Pazar itibariyle yıllardır yapmadığım deniz tatilime gidiyorum. 5 gece 6 günlük bir şey. Şimdiden çok heves etmiş durumdayım. Aldığım kıyafetler durumu özetliyor sanıyorum. Umarım kötü sürprizler bizi beklemiyordur. Gideceğimiz yere, orada nerede kalacağımıza bizi havalimanından kimin alacağına ben karar verdim. Bakalım nasıl geçecek. İstikamet Foça.

Çarşamba, Temmuz 14, 2010

HEY GİDİ HEY

İbeking'in kendi çocukluğu ile oğlununkini karşılaştırdığı yazıyı okurken aklıma kendi çocukluğum geldi.

O zaman niye öyle yapardık bilmiyorum. Hatta eminim şimdi çoğu belli bir sınıfın altındaki aileler hala o yönteme başvvuruyor olabilir. O zaman sınıf kavramı filan olmadığı için herkes her şeyi aynı koşullarda yaşıyor ve yapıyormuş. Şİmdi kuzenlerimin çocuklarına öyle bir yöntemi uygulayacaklarını tahmin bile edemiyorum. Bahsettiğim şey kapının koluna takılan iple dişlerin çekilmesi. Benim iki ön dişimi öyle halletmiştik. Allahtan bir araz çıkmamıştı. Şimdi pek iyiler maşallah. Diğer bir dişimi de evde kimse yokken kapının koluna takıp arkadaşımı da aramış ve ha yaptım ha yapıcam diye telefonda bekletmiştim. O da eee ama yeter ben kapıyorum demişti. Sonra çat diye kapıyı ittirmiştim de dişten kurtulmuştum. Ve acayip gurur duymuştum kendimle.

Hey gidi hey. Yaş ilerledi de. Biz de böyle yapardık diye anlatmaya başladık.

Ya bir şey itiraf etmek istiyorum. Hoş yüzlerine de söylediklerim var. Çoluk çombalaklı arkadaşlarım bana sıkıcı gelmeye başladılar yahu. Herkes bir anneanne dede moduna girmiş. Toparlanın hayat geçer mi öyle?

Cuma, Temmuz 09, 2010

BEBİŞLERİM


Bebişlerimin son hali. Özlüyorum gün içerisinde deli miyim neyim:)

HOPPİRİK

Acayip gevezeyim. İş yerimiz eski yerine taşındı. Dolayısıyla artık bir konakta değiliz. Daracık bir karidorda 7 kişiyiz. Tek bayaaan benim. Artık diğer yerde tek başına olmanın verdiği yalnızlıktan mıdır nedir? Ota boka yorum yapıp durmadan bir şeyler anlatıyorum. Neyse sayemde konu açılıyor.

İşimden çok bıktım ya habire bık bık şikayet ediyorum. Sabah House Kafe'ye başvurdum garson olmak istiyorum. Umarım sen bize 5 beden büyüksün demezler. Görseler zaten anlarlar 5 beden küçüğüm. 20'likler 35'lik duruyor çünkü. Ben 20'lik duruyorum.


Neyse efem. Benim gıcık olduğum bir konu var. İnsanların tamam görüşürüz diyip sonra sırra kadem basmaları. Elbette bu iş konusunda. Bu ahlak anlayışıyla işlerini nasıl götürüp başarılı oluyorlar valla çok ilginç buluyorum bu durumu. Ben aman ayıp olmasın diye herkese cevap vermeye yetişmeye çalışırken. Yok saymadan işlerimi yerine getirirken. Hepsi davul olsun.

Bir de hayvanlara yapılan eziyeti aklım almıyor. Sevmiyor olabilirsin ama canlarını yakmak, öldürmek ne demek? Ben öbür evimdeki son günlerimde bile akrep öldürmeye kıyamıyordum yahu.

Salı, Temmuz 06, 2010

MÜDAHİL İNSANLAR.

İlaç gibi gelen bir hafta sonu geçirdim. Cumartesinden havuzlu bir sitede kalan arkadaşlarda konaklayarak sonrasında da Tuzla'daki bahçelerine gidip piknik yaparak. Tuzla ne güzel yermiş de haberim yokmuş. Benim için orası tersanelerden ibaret bir yerdi. Halbuki minik evlerle bezeli bir sahil kentiymiş.

Hafta sonu gaza gelip tekrar üniversite sınavına girmeye karar verdim. Yıllar önce sınava girerken çok istemiştim arkeolog olacaktım. Ama ne akla hizmetse para kazanamazsın diyerek yazdırmadılar. Şimdi bakıyorum yıllar geçmiş halime. Kazandığım para garsonlardan az. Ahh şu başkaları hayatımıza müdahil insanlar. Niye onları dinliyoruz bilmiyorum.

İşte bu da belki böyle gel geç bir heves. Yaş 33 olmuş çok geç olmuş hissi beni sarmış sarmalamış.

Salı, Haziran 22, 2010

YENİ ŞABLON OLAYI

Bu yeni şablon şeysi tam bana göre. Oyuncak yaptım kendime.

Pazartesi, Haziran 21, 2010

YENİ HAFTA

İntihar edecek olsam aman kimse dur demeyecek anlaşıldı. Nerede bu blog kardeşliği. Pucca olacaktım da o zaman yardım ellerini görürdüm. Neyse kinaye bir tarafa yeni bir haftaya başladık. Cmartesi televizyonu açtığımda da karbasan gibi çöktü.Gencecik evlatlar toprak oldu gitti. Meymenetsiz hafta yaşanmışlıkları geride bıraktı. Ama etkileri yıllarca sürecek.


Her şeyin daha yolunda gittiği bir hafta olur inşallah.


İşyerinde savruk bir abimiz var. Hoş abi değil bir yaşçık büyük benden. Neyse arabanın anahtarını kaybetmiş. Yedeği de kaybolanın üzerinde. Ev anahtarı arabada. Böyle allahlık ali bey biri. Akılsız başın cezası bunlar dedim sonra kendi akılsızlıklarım aklıma geldi. Bu evde anahtarı aldım diye başka bir anahtarla kapıda kaldığım sonra teyzenin balkondan çatıya çıktığım çatından kendi balkonuma atladığımı anlattım. Ankara’da da kapıda kalmıştım rüzgârdan kapanmıştı bu sefer. Kapıya omuz atmış kırmış açmıştım. Ama öyle tamir edilemeyecek bir kırık değildi. Yıllarca öyle kullandık kapıyı. Böyle ani durumlarda beynim hızlı ama sanırsam abuk çalışıyor.



Gene aklıma gelen bir şey. Küçükken traktörün römorkunda gözlerim kapalı kendi etrafımda dönerken kendimi yerde bulmuştum. Allahtan da bir şey olmamıştı. Park halindeki römork tabii ki:)

Perşembe, Haziran 17, 2010

BAŞLIK YOK

O kadar sevimsiz bir hafta geçiriyorum ki! Zaten bir önceki gönderide çok da mataf bir ruh halinde olmadığım aşikardı.

Pazartesi sokağıma geldiğimde bir cinayetin üstüne geldiğimi öğrendim. Arabayı her zaman duvarının önüne park ettiğim evdeki adam gitmiş tam bizim evin karşısında oturan adamı vurmuş. Geldiğimde sokak insan kaynıyordu. Gece boyu ölen adamın karısı bağırdı durdu. Ertesi gün bir yavru kedi çıktı ortaya öyle bakıma muhtaç ve hırpalanmış haldeydi ki! Onu öylesine bıraktım diye tüm gün ağladım. Dün geldiğimde yavru kediyi sağ sağlim görünce sevindim. Bugün işe geldiğimde diğer binaya gitmek üzere her şey kaldırılmıştı. Birden kendimizi en eski binamızda bulduk. Buraya yerleşmek çok zor olmadı açıkcası. Ev taşımaktan daha kolay ofis taşıma işi. Bilgisayarımı kurup internet bağlantısını halledince gelen e-postalardan Pino'nun bana bir ölüm haberi verdiğini okudum. Ve hala perşembenin içindeyiz. Ben bu haftayı iki haftadır yaşıyor gibiyim. Üstüne üstlük yavru kedi de ortalarda yok.

Bilmiyorum sanırım ölüm eğilimim var. Bu intihar eğilimi değil ancak.

Pazartesi cinayet hadisesinde eve girmeden evsahibi teyzeye girdim. Korktuysan burada kal dediler. Ama korkmadım ki! Kendime bir şey olmasından zerre korku duymuyorum. Tüm endişem bana gelen insanların zarar görecek olma ihtimali. Esra Hanım niye size bir şey olmaz mı diye ironiyle sorunca bilmem bana bir şey olmayacakmış gibi geliyor dedim. Ya da kaybedecek bir şeyim yok dedim. Öyle diyince ciddileşti Çağıl Hanım ne oluyor size iki haftadır dedi. İntihar eğilimim var sandı. Kaç gündür onu düşünüyorum öyle bir eğilimim mi var diye. Bence öyle bir eğilimim yok ama bindiğim tekne batsa ne olur diye, otobüs denize uçsa ne olur diye düşündüğümü farkettim. Her şeyden başka salı günü sabah yeniköy sahilden iskeleye yürürken 900 küsur yılında yapılmış camiyi görünce kendim için o camiyi uygun buldum.


Bu ne biçim yazı oldu ben de bilmiyorum.

Çarşamba, Haziran 09, 2010

Bİ ŞEY YAPMALI

Bİ ŞEY YAPMALI. OTURMAMALI. KENDİNE GEL ÇAKIL. TOKAT MI LAZIM, ŞAMAR MI YOKSA KÖTEK Mİ?

DÜŞÜN DÜŞÜN BOKTUR İŞİN. ONU BUNU GÖZLEMLEYİP ŞUNU BUNU DÜŞÜNMEK DEĞİL. İNSİN ARTIK ŞU VAHİY.

HAZİRAN MİLAD OLSUN. ARTIK DEĞİŞİM YA DA KEŞFEDİLME HİKAYESİ DUYMAK OKUMAK İSTEMİYOR BU KIRGIN KALP.

BIKTIM VALLAHİ DE BİLLAHİ.

BEYNİM Bİ MİLYON. BİR ARKADAŞ AKŞAMA KADAR İNTİHAR ETMESSİN Dİ Mİ YAZMIŞ. YOK DEDİM. BEBİŞLER VAR.

OFF FELEK YA BIKTIM SENDEN.

DELİRDİM SONUNDA EVET.

Salı, Haziran 08, 2010

ÇOK SIKICI BİR GÖNDERİ

Arayı açmışım gene. Bir ağırlık bir uyku hali bir türlü terkedemedi gitti beni.

2008 Ekim'inde taşındığımız yeni yerimizden, eski ayı inimize geri dönme vaktimiz geldi. Bu zamana kadar yeni bir işim olmadığı için baba evinden kaçmak için evlenen ama gene baba evine geri dönmek zorunda kalan biri gibi hissediyorum kendimi.

Haziran ve Mayıs sonu epey hareketli geçti. Şu boylu soylu -niye adı buysa o da ayrı bir şey- yelkenlileri görmeye gittik. Güzellerdi şansıma boğazdan geçerlerken açık hallerini de görmüştüm. Sonra Pinomlar ikinci balayına ve Bob Dylan konserine geldiler. Ebey güzel vakit geçirdim sayelerinde. Onlar sabah ben akşam yola koyuldum Ankara'ya vardık. Daha önce burada dedikodusunu yaptığım arkadaşı evlendirdik. Ben yakın arkadaş düğünlerinde eğlenemiyorum onu öğrendim. Hele de müzik felaketse. Zati masadaki herkesler anne baba olmuş düğün onlar için bir işkence halinde. Neyse bir sıkıcı düğünü atlattıktan sonra sırada hiç de sıkıcı olmayacağını düşündüğüm bir başka düğün var. Allahtan Ankara'ya ya da başka bir yere gitmek zorunda olmadığım bir organizasyon.

Onun dışında sel aldı götürdü İstanbul'u. Hatta benim damım bile akmaya başladı. Benim için son derece olağan karşılayacağım bir havadis. Yangın değil ya alt tarafı çatıdan su akıyor. Koy leğeni bekle dolsun diye.

Böyle sokağa çıkıp manyaklar gibi bağırmak istiyorum. Bir ara OSHO meditasyonları yaparkene bağırıp çağırdığımız bir şey vardı. Ne güzeldi o harbi. Kundalini miydi yoksa başka bir şey mi?

Gidiyorum şimdilik uykum geldi.

Çarşamba, Mayıs 26, 2010

AKLIM KARIŞIK

Aklım biraz karışık. Hani taş atan çocuklar var ya onları nasıl cezalandırmak gerek ya da yaptıklarını yanlış bir şey olduğu anlatmak. BBC yüzlerce terörist çocuk hapis cezası aldı diye bir haber yapmış. Filistin'de İsrailli askerlere taş atan çocuklara böylesine kızmıyorken bunlara neden böylesine kızıyorum ben. Bundan tam bir sene evvel Ankara'ya giderken otobüse taş atan çocuklar yüzünden başımıza gelenleri yazmıştım. O zaman gerçekten çok kızmıştım. Elime geçirsem evire çevire döver bir yere kapatırdım heralde atanları. Şimdi çocuk diyerek geçmeli mi insan? Onun muhakeme yeteneği yok o yüzden maruz görülmeli mi hepsi ? Yani bu insanlar nasıl eğitilir, nasıl işin içinden çıkılır? Ülkesinden nefret eden bir sürü küçük çocuk yetişiyorken biz nasıl bazı şeyleri düzeltebiliriz.

Öylesine eğitimsiz bir halk geliyor ki! Gümbür gümbür hem de! 20 yıl sonra nüfusumuz olsun 150 milyon 5 milyonu çıkar gerisini at çöpe. Ay daha fazla yazmayayım içimden bir hitler çıkacak gibi hissediyorum. Neyse sonuçta düşüncelerim çok sağlıklı değil böylesine bir antipati varken bizi kimbilir neler bekliyor?

Cuma, Mayıs 21, 2010

UTANCIM BÜYÜK

RTE'nin artık kendine gelmesi lazım. Bir insan bu kadar ne dediğini bilmeden konuşmaz. Hele ki bir ülkenin başbakanıyken. Sırf kendisinden dolayı yaşadığım yüzyıldan ve yerden utanıyorum.

Çarşamba, Mayıs 12, 2010

KULLANDIĞIMIZ DEYİMLERİN HİKAYELERİ

Keçileri kaçırmak deyiminin hikayesi burada anlatılmış pek hoş.

http://www.cidetr.com/forum/showthread.php?t=10348

Ben de edepsiz bir eşek hikayesinin nereden geldiğini biliyorum ama anlatmaya popom yemio.

"Eşek ...ünü sallama bizim gelin burdadır" teyzem çok kullanır. Evet bizim aile biraz böyle sözleri kullanan kesimden:)

Salı, Mayıs 11, 2010

SON DAKİKA ÜLKESİ TÜRKİYE

Artık bahar geldi diyebiliriz. Ne bitmez kıştı. Gerçi ben hala mont üstü bir başka yelek mont ve şal ile geziyorsam da bugün iş yerinde ayak sobamı yakmadan günü geçirebildim. Hatta şu an pencere bile açık.

Deniz Baykal mevzusu ile ilgili bir iki kelam etmeden gitmeyeyim madem bir gönderi yazıyorum.

Baştan belirteyim videoyu seyretmedim. Seyretmeyi de ne kadar meraklı olursak olalım doğru bulmuyorum. Bizim gibi meraklılar olduğu için böylesine prim yapıyor bu tip fantazisel videolar. Seyreden olmazsa bunu çekmeye gerek duyan tecavüzkar tipler de türemez. Bir de ister aldatır ister aldatmaz. Buna kimse de karışamaz. Herkesin başına gelebilecek bir hadise. Aaaa ne kadar ayıp demenin manası da yok. Uçkurun ve aşkın hangi boka konacağı belli olmaz.

Neyse gelelim esas konuya koltuğuna böylesine bağlanmış birinin bu şekilde koltuğunu terketmiş olması bayağı bir yıkım olmuş olmalı. Ama işgüzar Chp'lilerin anket düzenleyip Baykal'ı geri çağırıyor olmaları da başka bir hadise. Gün gelir devran döner de Chp adam gibi birini bulup çıkartırsa belki de padişahlıktan kurtuluruz.

Bakalım bu kadar hızla değişen gündem de yarın ki son dakikalar ne olacak?

Perşembe, Mayıs 06, 2010

BREAKING BAD

Taptığım dizilerin listesini yayınlamaktan bahsetmiştim bir aralar. Yapılacak bir çok şey gibi o da geçti gitti bu blog sayfasında.

Ancak şu aralar taptığım bir dizi var gerçekten bitmesin ben ölene kadar devam etsin isteyebileceğim bir dizi.

"Breaking Bad" den bahsediyorum pek tabii. Bir dizi her yönüyle süper ötesi mi olur? Yemişim Lost'u. Lost ilk çıktığında dibimiz düştü amanin bu ne böyle diye. Her yeni bölümü iştahla bekler olduk. Geldiğimiz nokta da o kadar boş ve hoş ki . Yani 6. sezonun 14.bölümünü yerlere göklere sığdıramamışlar ama vallahi en salak bölümlerden biriydi. Aynı Alias'ta olduğu gibi çok sıçmık bir şekilde bitecek.

Bu arada ben çok terbiyesiz olmuşum Aycan öyle diyor. Yazdıklarım çok ayıpmış.

Neyse Breaking Bad'e geri dönelim. Bu dizi de oyunculuklar muhteşem. Yani sıradan bir tip bile muhteşem. Bu kadar gerçek başka bir dizi görmedim. Dizinin çekilirken kullanıldığı renkler. Portakal tonlarının ağırlığı o da süper. Olayın geçtiği yeri izlemekle kalmıyor sanki orada yaşıyorsunuz. O sıkıntıyı, kasveti, durgunluğu, zamanın geçmek bilmemesini, acıyı, kederi, öfkeyi her şeyi. Malcom In The Middle'daki babayı canladıran Brysan Cranston burada Walt karakterinde. Ya adama hastayım yemin ederim bu kadar mı güzel oynanır. Sünepe bir kimya öğretmeninden psikopatlaşan cooker'a (bunu bilerek ingilazca yazdım ki diziyi bilmeyen şey olmasın) nasıl dönüşülür.

Jesse Pinkman karakteri ise öyle güzel bitch diyor ki. En sevdiğim küfür haline geldi.

You bitch!



Salı, Mayıs 04, 2010

AKLIM FİKRİM ALMIYOR

Bir şeyi anlamakta zorlanıyorum. Aslında bir değil birçok şeyi de hadi şimdilik bir diyelim. Devletin bakanı Kavafspor açıklamış Son 8 yılda “Şüpheli” sıfatıyla adliyeye sevk edilen çocuk sayısı 77 bine dayandı. 52 bin aile de, ‘’Çocuğuma siz bakın’’ diyerek Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumuna başvurdu.

Peki madem öyle millet bakamadığı çocuğu niye doğuruyor. Son padişah neden doğurun da doğurun diyor. 3 yetmez 5 yetmez 10 tane diyor. Bakamadığın sonuncunda iyi eğitim alamayan, aç bi ilaç, sünger beyin, bir sürü suça meyili çocuk neden ürüyor. Ya ben bugün evlensem çocuk yapar mıyım diye kara kara düşünüyorum. Nasıl bakarım ne ederim diye. Neden fakir olan yürümeye ayakkabısı olmayan halk ben nasıl bakarım ne ederim demiyorum. Yemin ederim aklım fikrim almıyor.

Cuma, Nisan 30, 2010

YENİ TAPINAK













Öğlen yemekte birden kendimi bloga yazacaklarımı tasarlarken buldum.

Öğlen yemeğe çıkarken de ajandama bugünün karşısına mutsuz ikonumu çizmeyi unutmayayım dedim. Evet pazartesinden beri tarihlerin karşısına ikonlar çiziyorum. Dönüp baktığımda ne haldeymişim göreyim diye. Arkadaşımın aldığı Giller ajandam bir çeşit günlük görevi görüyor benim için. Açıp baktıklarında inci misali yazılmış çizilmiş bir sürü şeyi gördüklerinde Çakıl işte dediler. Her şeyi not etmeyi severim. Biriktirmeyi severim ama konuda disiplinli değilim ne yazık ki! Gezip, gördüğüm, gittiğim, seyrettiğim her şeyin broşürlerini, biletlerini birktirdiğim bir de albümüm var. Çoğu da yapıştırılmayı bekliyor pek tabii. Ölürsem çöp olacak ıvır zıvır.

Neyse nereden başlasam bilmiyorum. Karman çorman bir gönderi olacak bu.

Evimi taşıdım. Biricik evimden çıktım. Her çeşit olumsuzluğuna rağmen 3 yıl boyunca yaşadığım tapınağımdan. Yatağımdan kimler geldi kimler geçti. Ben yatağa attım diye algılamayın hemen. O kadar çok tek, çift insan ağırladık ki! Hepsinin anıları da tarihin tozlu sayfalarında yerini aldı. Bir ara yataktan geçen çiftlerin çeteresini çıkarıyordum. Mutlu sonla bitenler mutlu sonla bitmeyenler sonra vazgeçtim. Neyse şimdiki evim çok güzel bir boğaz manzarasına sahip. Tavanları lambiri sevimli bir tapınak olma yolunda. Tek sıkıntımız duvarlar çok ince. Osursan duyulur cinsten. Yumuk ile Mumuk da hayatlarının en kuduruk günlerini yaşadıkları için altımdakiler geçenin üçünde beşinde çıkan pat pat seslere ne diyorlar bilmiyorum. Her gün bir vukuatımız oluyor. Ya saksı devriliyor ya eski ütü dolabın üstünden yere düşüyor. Girip çıkmadıkları delik yok. Nasıl yalnız bırakıp bir yere gideceğim şimdilik hiç bilmiyorum. Eski evde saraydaymışız meğer. Gürültümüzü duyan yoktu. Kurcalayacakları şeyler ise kilit altındaydı. Neyse varsın böyle gitsin hayat.

Belki bir iş bulmuş olabilirdim bu satırları yazarken. Sessiz sedasız bulmuş olacağım tam benlik bir iş olacaktı hem de. Ama her bu tip hikaye gibi bu da kapandı gitti. Çarşamba iş çıkışı görüşürüz öğlenden konuşuruz diyen kız. Çarşamba öğlen aradığımda sen de kimsin ses tonuyla konuşup bir saat sonra arayabilir miyim diyerek telefonu kapadı. Sonra aramak sormak yok. Aracıya dedim bu ne iş diye. O da biraz cins o galiba diyip. Patronun krizden sebep eleman alınımını durduğunu mesaj yoluyla kendisine ilettiğini söyledi. İş ne miydi? Gavurlara Türkiye'ye yerleşmede asistanlık hizmeti. Üzüntü ve muz kabuğuma geri döndüm. İş bulma konusunda çaba sarfetmezken böyle bir fırsat süper gözükmüştü gözüme.

Bunlar olup biterken. İşine insana saygısı olmayan insanlara diş bilemelerim elbette yoğunlaştı. Artık nasıl bir saygıysa insanlardaki çarşamba sözleştiğin halde arayıp haber verme Zahmetine girmeyip kişi aradığında ise bir saat sonra geri döneceğini söyleyip aramamak. O kişinin birden yok olmasına mı neden oluyor? O kişi yok oldu sorun bitti mi sanılıyor? Ama gel gör ki öyle olmuyor. O kişi orada bir cevap bekliyor.

Riyakarlık, açık olmayan sözler, haksızlık hiç katlanamayacağım durumlar.

Bu arada meşhur Miele'min tekrar bozulduğunu da bilmiyorsunuz tabii. Neticeye varamadığımızı. Sonra Almanya Miele'ye almanca bir e-posta gönderdiğimi filan. Bakalım Almanya'dan gerekli departmana ilettik diye bir cevap geldi. Bekleyip göreceğiz.

Bu arada e-posta'ya mail denmesine de kıl oluyorum. Ben de yaptıysam zamanında kafama taş düşsün. Ayşe Arman'a iki kere e-posta gönderdim. MAIL demeyin şuna diye. Ama kadın hala mail yazıyor. Ben de sosyopat gibi çıldırıyorum oturduğum yerden.

Arnavutköy'ün esnafı da en tok esnaf. Herkes kira zengini öyle tahmin ediyorum. Kafaya göre takılıyorlar. Bir de ufacık mahallede 10 tane elektrikçi hırdavatçı olur mu? Oluyor:)

Bir de bu evin sokağında arabalar hiç hareket etmiyor. Evin biraz uzağında dip köşe bir yere koydum arabayı ama aklım da kaldı ha!


Angelina Jolie'in 5 yıl korumalığını yapan herif açıklamış. Angelina'nın iki yüzü var diye. Valla bana da hep öyle geliyor. Hiç ısınamadım o hatuna. Erkeklerin lezbişlerin ağzının suyunu akıtıyor ama Bradciğim kurtul şu kadından. Çok fenaymış bak anlatılana göre. Çok fettan çok.

Ha bir de Tom Cruise'la Kati'nin kızı Suri'nin giydiği ayakkabılara bir ara magazinciler takılmıştı da. Kız bit kadar giydiği topuklu ayakkabılar kafam kadardı. Yani bana adres verseler ben de alsam. Hem yuh dedim hem de özendim yahu. 34 numarası vardır kesin o ayakkabıların.

SADECE İZLİYORUZ


Neden yazmıyorum? İçimden gelmiyor.
Neden içimden gelmiyor? Bilmem! Halbuki yazacak şeyler birikti.

Ben gene yukarıdan hayatımı, hayatı izleyerek yaşamaya başladım.

Olan bitene arada takılarak facebook'ta esip gürleyerek, bazen hiç dillendirmeden yaşıyorum şu günleri.

Sevimsiz şeyler oluyor ne yazık ki! Sanki miktarı daha da arttı. Güzel bir gelecek bizi bekliyor demek çok zor. O yüzden çingene misali anı yaşıyor, üzülüp, seviniyoruz.

Geçen annemin arkadaşlarıyla oturup konuşurken eski bir arkadaşlarından bahsediyorlardı. İdaelleri uğruna hapis yatmış, işkence görmüş, kızını hapiste doğurmuş birinden. Bir tanesi dedi ki bizim onu anlamamız çok zor. Biz aile kurmuştuk, çocuklarımız olmuştu, hayat gailemiz farklıydı. Çocukları, günlük yaşamımızı düşünüyorduk. O ise öyle değildi diye. Hepimiz şimdi öyleyiz günlük yaşamımızı düşünüyor, yaşıyoruz. Üç beş insan yaşananların kavgasını veriyor meydanlara çıkıp bağırıp çağırıyor. Sonuç değişmiyor o ayrı. Habire bir yerde şu saatte şunun eylemi diye etkinlik bildirisi geliyor. Ama insanın işinin gücünün olmaması sadece bu iş için yaşaması lazım. Hangi birine koşacağız. Kendi yaşam alanımızın dışına çıkacağız. İzliyorum sadece ve izlemek beni hiç mutlu etmiyor. Köşeme çekiliyorum iyice. Yaşama dahil olamıyorum.

Pazartesi, Nisan 05, 2010

ORANGUTANLAR


Gene nevrim döndü. İnterneti, gazetesi, televizyonu olmayan bir yere göç etmek istiyorum. Okudukça çişiyorum. Nestle ile ilgili Greenpeace'ten e-posta geldi. Kitkat'ın içine koydukları bir malzemeyi Endenozya'daki yağmur ormanlarından tedarik ediyorlarmış. Oradaki firma da yasadışı yollardan yapıyormuş o işi. Orangutanların yaşam alanı zaten tehdit altındayken iyice beter olmuş.

Ben Orangutanları çok severim imkan olsa bi tane orangutanım olsa o derece. Kedi bir bunlar iki. Ha bir de zürafaa ve fil de var neyse onlar başka mesele.

Abur cuburumuz eksik kalsın. Her bir şeyi yemek zorunda mıyız kardeşim. Üreteceksen herhangi bir şey zarar vermeden üret.

http://www.greenpeace.org/turkey/campaigns/enerji/kit-kat

Linki yukarıda.

Bu arada nevri dönmek midesi bulanmak anlamına geliyormuş. Ben ise gözlerim karardı anlamında kullanmıştım. Yanlış oldu heralde neyse kalsın öyle.

Perşembe, Nisan 01, 2010

HER ŞEYE BOK ATAN ÇAKIL


Ben bir şeyi anlamakta zorlanıyorum. O da Swarovski taşlar.

Elbette zevkler ve renkler ama bence çok kıro yahu. Hem imitasyon şeylere benziyor. Yani niye bir insan bir insana Swarsovski taşlarla bezeli bir şeyler hediye eder. Hele o saatler çok fena. Yazık valla o paraya.

Bana illa mücevver almak istenirse. Ben yeşim ve zümrüt tercih ederim. Öyle elmas da istemem. Bütün elmaslar kanlı bence. Her ne kadar sertifikaları olsa da. Ne şekilde çıkartıldıkları ya çıkartan işçilere neler ödendiği belli. Belçika'yı onu bunu zengin etmekten öte değil.

Yeşim ve zümrüt nasıl çıkartılıyor ki acep? Sömürüsü varsa onu da istemem.

Niye tek taş takıntısı var onu da anlamıyorum.

Bakır telli bu yeşim yüzük bi sürü tek taştan daha güzel.

Pazartesi, Mart 29, 2010

FESAT SENİ

Düşündüklerini dile getiren Çakıl'ı sevdim de. İçinde fesat fesat düşünceler geçen Çakıl bugün evinin önünde pat diye bel üstü merdivenin kenarına düşünce hiç hoş olmadı. Kaba et ağrısı neymiş asıl şimdi gördüm. Allahtan beteri olmadı. Beli kırık ne yapardım bilmiyorum.

Bu demektir ki kötü düşünce gelir seni bulur. Düşünme, fesat olma iyi ol ki dönüp dolaşıp kötülük seni bulmasın.

BAHAR GELMEYE DİRENİYOR AMA BENİM İÇİM İÇİME SIĞMIYOR

Yolun yarısına gelirken ben dökülüyorum. Boynum ve sırtım hep buradayız, ağrımız var diyor. Spora gitmedikçe gitmiyorum. Mayıs benim için milad. Ondan sonra düzene gireceğim. Ağız yarası artık kronik bir durum. Yanağım hep yara. Boynumda 5-6 yılda bir tekrar eden çıban hortladı. Devasa boyutlara erişti. Göğsümün kenarında bir ben vardı zamanla büyüdü büyüdü sonra da kabukumsu bir hale geldi. Bunlar görüntüdeki hasarlar bir de kaba etlerimin ağrıması var ki sormayın.

Ama hayat devam ediyor.

Uzunca zamandır hayalini kurduğum Arkeoloji Müzesi gezimi gerçekleştirdim. Çidom'u da yanıma kattım. Disk Atan Atlet heykelini gidip gördük. British Museum'dan Nisan'a kadar sergilenmek üzere getirilmiş. Onun dışında Marmaray kazısından çıkan eserler sergileniyordu. İstanbul'un altından tarih fışkırıyor anlayacağınız. Müzenin binası zamanla bakımsız hale gelmiş. Eski devlet dairelerini andırıyordu. Bu kadar çok oturma alanının olduğu başka müze görmedim. Bunu çok güzel bir özellik olarak söylüyorum. Çünkü müzelerde gezersiniz gezersiz sonra bitap düşersiniz oturma alanı arayıp bulmak için döner durursunuz. Burası aramadan karşınıza çıkıyor. Biraz MTA'nın kütüphanesini ve müzesini andırdı. Bu vesile ile MTA müzesinin kapalı oluşunu da esefle kınıyorum. Hala daha kapalıysa tabii. Örümcek beyinli fütursuz insanlar.

Neyse 10'a kadar saydım sakinledim.

Bu arada çok az insanın bildiği bir yeniliğim olacak yakın zamanda. Her şey netleşince dile getirmeyi doğru buluyorum. Fotoğraflarla özellikle.

Kış daha bitmedi ama benim içime bahar çoktan geldi.

Bir de artık düşündüklerini dile getiren Çakıl'ı çok seviyorum.

Cuma, Mart 26, 2010

DEXTER

Naptın sen Dexter? Alt üst ettin beni. Lost Most hikaye Dexter gibisi yok. Eylül 2010'a kadar nasıl beklenir şimdi? Michael C. Hall umarım bir an önce iyileşir bizi Dexter'dan daha fazla alıkoymaz. Onun dışında şeker gibi bir şey. Tez iyileş nolur. Bir şey olursa çok üzülürüm.

NAPTIN DUMAN


Bunu atlamadan geçemeyeceğim. Duman'ın solist Kaan Tangöze neden Seçkin Piriler ile evlendi. Anlamakta zorlandığım hadiselerden biri. Hani son dakikalık bir şey de değil. 4 yıl ilişkileri sürmüş. Vallahi çocuk fotoğraflarda sanki hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi. Dayamışlar uyuşturucuyu kızı vermişler yanına. Hani düğüne gelen tayfanın fotoğrafları daha beter. Abicim sen koskoca Duman'sın yakıştı mı şimdi sana Paris Hilton kılıklı biriyle evlenmek. Erkek dünyanın en zekisi en etelektüeli de olsa erkek. İki meme, bir popo bir de sarışın saç kombinasyonu olsun gerisi boş.

Pazartesi, Mart 22, 2010

OKSİJEN SARHOŞUYUM

Oksijen sarhoşuyum. Uzun uzun anlatabilecek miyim bilmiyorum. Başlayalım bakalım.

Geçen hafta hafif stresli bir hafta oldu benim için. Asabımı bozan nükleer fizikçi. Dertlenip ağlayan arkadaşlarım. Olanları o hafta içine hapsedip. Cuma günü işten abimle elvira'yı evde bulacağımı bilerek çıktım. Çok uzun zamandır da uğrayamadığım pazarıma uğradım. Hava çabuk kararmadığı için erkenden toplanıp gitmiyorlar pazarcılar. Ben de uzun zamandır ilk defa bir cuma direkt eve gittim.

Elvira bana takı malzemeleri getirmiş İspanya'dan çok sevimli şeyler. Annemin de bir arkadaşı Amerika'dan keçe getirmişti. Yani millete kalmadım hıh!!!

Cumayı evde yemek yiyerek geçirdik. Sonra da erkenden sızdık. Ertesi günü sabah erkenden Beşiktaş'a attık kendimizi. Bilenler bilir ilkel ama sevimli bir kahvaltıcı var çarşının içinde. Demir maşrapayla süt veriyorlar öyle bir yer. Orada tıka basa karnımızı doyurup. Çarşıyı tavaf ettik vaktimiz elverdiğince. Beşiktaş favori mekanım her şeyi bulacağınız, sevimli bir sürü mağazası olan bir semt. Damak tadımın eksikliği yüzünden nerede ne yemek yenir hiç bilmem ama nereden ne alınır çok iyi bilirim hele de ilginç şeyleri.

Kendime Çakıl'ın olduğu bir tişört aldım.

Neyseciğime oradan apar topar eve gelip gece sülalenin toplu doğum günü toplaşması için hazırlığımızı bitirdik. Sonra Nostoni'de fasıllı geceye gittik. Annemin kuzeninin çocuklarının lokantası. Orada içimden bir Asena çıktı. Ben kendimle tanıştım. Nasıl bir göbek atmaysa artık darbukacı dümletti ben teklettim:) Daha önce bahsettiğimi hatırlamıyorum. Annem tarafı safkan lazdır. Laz böreğinın tadı damağımda kaldı gecenin sonunda.

Ertesi gün de çok güzel bir pazar geçirdik dünyalara bedeldi. İyi ki Yeniköy'de oturuyorum diye şükrettim. Yeniköy Kahvesi'nde tıka basa yapılan kahvaltından sonra annemi, abimi elvira'yı arkada sokaklarda keşif turuna çıkardım. Sonra iskeleden Beykoz'a geçtik. Orada belediyenin tesislerine türk kahvesi içmeye gittik. Sonra kalktık teknede balık ekmek yedik, Karadeniz levreğini alıp evimizin yolunu tuttuk. Çayımızla Valladolid'ten gelen kurabiyelerimizi yedik. O kadar dinlendirici bir hafta sonuydu ki! Çok uzun zamandır böylesini yaşamamıştım.

Dertler tasalar gömüldü gitti toprağın altına. Huzurlu ailemlen gurur duydum.

Ve tabii ki bebişlerim iyi ki varlar.