Perşembe, Mayıs 29, 2008

KAĞIT BEBEKLERİM


Çınarım tam sen aradığında kağıt bebeklerin anlatıldığı bir site görmüştüm ayy benim de kağıt bebeklerim vardı bloga yazayım diye geçiriyordum aklımdan.

Benim en sevdiğim oyuncaklarım mandallar ve kağıt bebeklerdi. Çok değişik tip madallarımız vardı. Halla da onları kullanırız. 30-35 yıllıktırlar heralde. Başka kimsede görmedim o tipini. Ve ne kadar kullanışlı ve çamaşıra leke, iz yapmayan madallar olduğunu anlatamam. Her iyi ve güzel şey gibi artık üretilmiyorlar tabii ki. Bir poşet içinde satılır ve rengarenklerdi. Annem önüme koyardı, oynardım. Böyle bir görüntü var aklımda bebekliğime dair. Çok nadir şey hatırlarım. Hatta hiç bile diyebilirim ama mandallar aklımda hep. Bir de kağıt bebeklerim var tabii. Daha büyük yaşımdayken oynamaya başladığım. Onları da saklıyorum özenle. Bir gün kızım olursa al bak bunlar benim oyuncaklarımdı diyeceğim. Birinin ismi Fotoştu kocası da vardı. Bir de ikiz kızkardeşlerim vardı. Birinin elbisesi maviyse diğerinin ki pembeydi. Eğer Ankara'ya gittiğimde üşenmez ve nerede olduklarını hatırlarsam bir gün yüzüne çıkartayım onları.

Sonra tabii barbie bebekler geldi. Daha öncede söylediğim gibi bir sürü evin tek miniğiydim. Ve kız olarak Oben Abla'dan sonra tektim. Biri Almanya'dan gelme biri de Türkiye'den alınma iki barbie bebek almışlardı bana toplaşarak. Onlar da duruyor tabii. Kimselere kıyıp da veremem sanırım. Kıyafetler diktiğim bir bütün yazımı onlarla oynayarak geçirdiğim bebeklerim. Benim biricik annem dert tasa bilmeyen anneciğim onca oyuncağı nereye gitsek ben istiyorum diye taşırdı. Köye, İstanbul'a. Ben taşır mıydım? Pek sanmıyorum galiba!

Hala üşüyorum. Şu an eldivenlerim yanımda olsaydı giyerdim.

Akrep mevsimini açtım. İki gün önce yavrunun iki boy büyüğü bir tanesini salonun ortasında hakladım. Cani miyim sanırım ama korkuyorum. Ertesi günü de işyerinde kırmızı benekli kertenkele bulduk. Bir süre misafir ettik sonra dışarı attık. Börtüsü böceği olmayan Ankara'dan gelip İstanbul'un börtüleri böcekleri ile uğraşmak bana nasipmiş.

Sabah Aycan Shantel'i yazmamışsın dedi. Yazarım senin huysuzluğunu da eklerim dedim ki. O sırada o da Aycan huysuzlandı dersin şimdi dedi:) Evet pek huysuzdun şekerim. Shantel Dj çıktı diye 500 kişilik nüfusun hepsi eğlenirken bizimki somurttu durdu. Erkenden çıktık evimize geldik. Bir daha konsere gitmiycem dedim birlikte. 21 Haziran'da Gogol Bordello'ya bilet almıştım huysuzumu bildiğimden tek kişilik aldım. Tepinicem sabahlara kadar :))

Resim aynadan yansıyan shantel resmidir.

Cuma, Mayıs 23, 2008

ANASINIII SATİİİİM YAVVV

Arada bloglar arası geziniyorum. Genelde eğlenceli esprili yazılar çok hoşuma gidiyor. Bende de bir Küçük Emrah sendromu olmuş sanki. Verip veriştirme, sızlanma etme. Acaba uzun zamandır komik şeyler mi başıma gelmiyor? Geliyor da unutuyor muyum? Hatırladığım yakın zamandaki tek şapşalığım. Ankara'da başıma geldi. Abimin arkadaşının nikahına gideceğiz. Yıkandım, hazırlandım kendi çapımda saçlarımı yaptım. Kuaför fobim olduğu için gitme işini minimumda tutuyordum. Gerçi fazla doğalım sanırım, ayarını kaçırıyor muyum acaba? Kıyafetim ve ayakkabılarım beğenilmedi. Topluklu giymediğim için özellikle. Yani düğünlerde göreceğiniz klasik insan olmadım :) Neyseciğime abim yana yakıla jöle arıyor. Ben de jöle sürmüştüm saçıma tezgahta bir tüp vardı böyle jel kıvamında. Onu gösterdim var ya diye. Abim demez mi o jöle değil ki. Benim yüz yıkama şeyim diye. Bir baktım nivea face wash filan diyor. Hayır köpürmedi de alet niyeyse.

Ankara'da vakit gene göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Abim dizüstü bilgisayarını getirdi. Aycan'la cmt sabah internet başvurusunu yaptık. Benim kölem olarak bilgisayar bağlatısını, telefon bağlantısı, virüs programını herbir şeyi halletti kırpığım benim. Saçlarını kestirmiş pek de güzel olmuş.

Annemle artık skypetan konuşuyoruz. Teknoloji işte ne diyim. Süper bir şey.

Tren yolculuğum tahmin ettiğimden yorucu geçti. Koltuklara yerleşemedim bir türlü ayaklarım yere ulaşmadı sırtımı oraya buraya dayamadım. Uykusuz , bitap düştüm. Geldiğim günün hem İstanbul'u hem de Ankara'sı kabus gibiydi. Malak Osman gibiydim. Dönüşte de amcalar niye bilmem vagonun ışıklarını söndürmediler. Florasan lambalar cayır cayır yandı. Montumu çektim yüzüme öyle uyukladım. Neyse en iyi yolculuk alternatifi ne yazık ki özel arabanız. O da bende yok :( Gene nilü'ye talibim napalım.

Liseden arkadaşımın 7 Haziran'da nikahı var. Düğün yapmayacaklarmış. Dedim aileye bir yemek olur heralde. Herkes kendi arasında yapacak dedi. Kurcalamadım ama aklım da kesmedi. Damat kendi tarafıyla yemek yiyecek. Gelinde kendi tarafıyla mı bilmiyorum. Bizim kız cinsti heralde kendine göre bir cinsi buldu. Zaten evleneceğini de kendinden değil abisinden öğrendik. Böyle bir şey yakın arkadaşlara söylenmez mi? Ben diğer arkadaşa nazar değer diye söylemiyordur diye dalga geçmiştim. YANLIŞ BİLGİ YÜZÜNDEN SİLİNMİŞTİR.

Şimdi herkesin eski yavuklusu gelip beni buluyor ve başımı beleya sokuyor ya. Bi arkadaşımın eski yavuklusu bulmuş beni facebook'tan msj atmış. Ben hala unutamadım. Onun bıraktığı boşluk devam ediyor da bık bık da bık. Sildim mesajı. Dedim kendi kendime yettii beeee. Allahın Güzin Ablası sen misin?

Yarın Shantel konserine gideceğiz. Aycan'a işkence bana eğlence:)

Yaaa kesin herkes seyretmiştir. Cnbc-e'de Persopolis'i seyrettim. O kadar içten ve cici geldi ki! anlatamam. Mesaj kaygısına bize ders olsuna girmiyorum. Ben tamamen başka gözle seyrettim. Çok tatlıydı. Yaratıcısı harika bir iş yapmış.

İstanbul'un deniz mevsimi açıldı. Boğazda çocuklar donlarıyla o pis suya giriyorlar. Gamsız olmak lazım şu hayatta yahu anasınııın satiiiim.

Perşembe, Mayıs 15, 2008

KÖRLÜK


Dün NTV'de Cannes Film Festivali'nin açılışına denk geldim. Işıl ışıl oldukça görkemli bir festival. Orada bulunmak, filmleri takip edebilmek, ünlüler ile sohbet edebilmeyi isterdim doğrusu.
Açılış filmi Brezilyalı yönetmen Fernando Mereilles'in, Portekizli Nobel ödüllü yazar Jose Saramago'nun romanından esinlenilerek çevrilen ''Blindness'' adlı psikolojik korku filmi olacakmış.

Romanı çok eskiden birinin tavsiyesi üzerine okumuştum ve gerçekten çok etkilenmiştim. Filmin nasıl uyarlandığını çok merak ettim. Sinemalara gelir gelmez seyretmeye çalışacağım. Benim size tavsiyemse filmi seyretmeden mutlaka kitabı okumanız. Yönetmenin bakış açısından önce siz nasıl canlandıracaksınız kafanızda? Ben Harry Potter'ı ne yazık ki filmini gördükten sonra okudum. Ve canladırmalarım hep filme göre oldu.

Çarşamba, Mayıs 14, 2008

SREBRENICA KATLİAMI VE RUANDA ARASINDA NE FARK VAR?

Birleşmiş Milletler (UN) acaba ne işe yarar? İki yüzlü avrupa bugün kendi çıkarları dışında başka neyin peşindedir?
Emir Kustirica filmleriyle herkesin gönlünde taht kuran bir adam. Şimdi Mavi Jeans reklamını meşhur Yeraltı filminden esinlenerek çekmiş bir koca adam. Bu adam zaman içinde Boşnak ve müslüman kimliğini yok saymış ve sırp milliyetçisi olmuş.( Annesi Sırp babası Boşnak sanırım) Bütün filmlerini büyük bir hevesle seyrettiğim bu adamın artık gözümde zerrece değeri yok. Aşağıya eklediğim Mine G. Kırıkkanat'ın yazısından çok önce bu yola saptığını biliyordum. Sevgisizlik çok zaman önce başladı. Bu yazıyı okuyunca tekrar araştırayım dedim napıyor amca. Sonra iş beni SREBRENİCA KATLİAMINA kadar götürdü. Sonra bu gönderiyi yazmaya kadar verdim.

http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=3228 lütfen bu linki bir tıklayın ve bir zamanlar ana haber bültenlerimizde seyrettiğimiz, şimdi tarihin tozlu sayfalarında yerini almış bu hikayeyi bilmediğiniz yönleriyle okuyun ve hatırlayın. UN'nin Ruanda'da da olduğu gibi Srebrenica'da da ne işe yaramış olduğuna dehşetle şahit olun. İnsanın, okudukça- öğrendikçe demokrasi, insan hakları diye atıp tutan Avrupa Birliği'nin yüzüne tüküresi geliyor.

Şimdi de Emir Bey'imiz neler yapıyormuş onu okuyalım. Bugün tarihli Vatan Gazetesi'nden Mine G. Kırıkkanat'ın yazısı;

Drina voyvodası


Biz Türkler Emir Kusturica’nın filmlerine bayılırız, ancak ünlü yönetmenin Müslüman Boşnak bir babadan doğmuşluğuna karşın koyu bir Sırp milliyetçisi oluşu hoşa gitmediğinden, pek sözü edilmez.

Ortodoks Sırp annesinin kültüründen geldiğini ilanla, Emir adının yanına Ortodoks vaftiz adı olarak Nemanja adını ekleyen ve Sırbistan’da böyle çağrılan Kusturica’nın özel bir köyü var: Küstendorf.

Kusturica, 2002 yılında “Hayat Bir Mucizedir” filmini çekmek için doğduğu yöreye kameralarıyla birlikte döndüğünde, 1200 nüfuslu Mokra Gora can çekişiyordu. Yugoslavya’yı parçalayan iç savaşın yıkımına, bir doğa harikası olan bölgeyi kirleten boya fabrikasıyla madenin iflası eklenmiş, insanlar aç, işsiz ve umutsuzdu.

Sırp milliyetçisi Emir, filminin çekimi sırasında köye bitişik otlaklardan 2000 dönüm arazi satın aldı. Niyeti, bir daha dönmemeye yemin ettiği, çünkü bağımsızlığını kabullenemediği Bosna’ya sınırdaş yörede, arkadaşlarını ağırlayabileceği, başını dinleyebileceği bir mekân yaratmaktı.

Özel mülkiyeti Küstendorf köyüne, tabii kendi malikânesini, 30 yataklı birkaç konukevi, bir opera binası, en son model bir sinema montaj atölyesi, havuz derken, Emir Kusturica yörenin bir numaralı işvereni haline geldi. Mokra Gora’lılar harıl harıl Küstendorf’u inşa ediyor, Emir Kusturica özel köyünün opera binasında “Çingeneler Zamanı”nı sahneye koyuyor, onu ve Küstendorf’u görmek isteyenler Mokra Gora’ya akın ediyor, “usta”nın yarattığı cenneti “Arizona Dream”deki ahşap trenin bir benzeriyle dolaşıyorlar.

***

Kusturica yarattıkça köy büyüdü, köy büyüdükçe Emir büyüdü. Sırp hükümetinden civar dağları kiralayan yönetmen, halen zevksizliğinden nefret ettiği Zlabitor kayak merkezine rakip “çevreci ve zevkli” bir kayak merkezi inşa ediyor. Mokra Gora’da işsiz kalmadı, binaları tamir edildi, boyandı, mağazalar açıldı, yolları ve kanalizasyonu yapıldı. Küstendorf’un özel mülkiyet arazisi içinde arkadaş kontenjanını aşan oteller inşa ediliyor.

Emir Kusturica, artık bölge voyvodası. Sadece özel mülkiyeti Küstendorf değil, Mokra Gora ve Bosna sınırlarına kadar onun sözü geçiyor. Sırp hükümetiyle anlaşarak yaptırdığı demiryolu inşaatı, 10 km. sonra... Drina nehri üstündeki Sokullu Mehmet Paşa köprüsüne varacak.

Kusturica, bu köprüye âşık ve hayali, Nobel ödüllü dev yazar İvo Andriç’in unutulmaz eseri (hangimiz unutabildik ki...) Drina Köprüsü’nü sinemaya uyarlamak.

Voyvoda Nemenja, “Kustaland” olarak anılan egemenlik bölgesinde tüm yapıları ahşap ve taş, geleneksel mimariye göre inşa ediyor. Neon lambalı tabela, plastik masa sandalye, boyada sıvada cırtlak renk, kısaca zevksizlik ve... MANGAL yakmak yasak! (Sırplarla Boşnaklar arasında bile problem olduğuna göre, bu mangal olayında herhalde bir Osmanlı geçmişi var, diye düşündüm.)

***

Köyün restoranında, Che Guevara, Pancho Villa, Fidel Castro, Manu Chao ve Putin’le kol kola Emir Kusturica’nın resimleri var. Federico Fellini ve Jim Jarmusch’un isimlerini taşıyan iki sokağın kavşağındaki sahte hapishanenin demir parmaklılıkları arkasında ise dünyaya karşı suçlu George Bush ve Sırbistan’ı bombalamaktan suçlu bulunan NATO (eski) Genel Sekreteri Javier Solana’nın portreleri sırıtıyor.

Emir Kusturica’nın dünya görüşü açık.

Ama dünya onu olduğu gibi “deha” kabul ediyor, o da hayalindeki dünyayı doğduğu topraklarda kuruyor.

Halen Küstendorf’taki atölyesinde son filmi, Diego Maradona’nın hayatına dair belgeselinin montajını yapıyor. Le Monde Gazetesi de kendisine benim bu bilgileri edindiğim tam sayfalık haberi ayırıyor.

Hiç kuşkum yok ki, Sırp milliyetçisi Emir Kusturica, ülkesinin AB’ye üyeliğinde kilit rol üstlenecek.

Bir adam, bir ülkenin kaderini değiştirebilir mi?

Adam sağlam ve hemşehrilik, “hem”den gayrı “şehre”de vefa demek olursa, evet!



Benim notum: Kimse kimseyi kandırmasın artık. Yaşananlar yaşanılacakların sadece birer özeti gibi. Dünya Avrupa ve Amerika'nın elinde oyuncak ne isterlerse işlerine ne gelirse ona karşı çıkarlar ya da ona destek olurlar.

Bizi yönetenlerde birer maşa olmaya, ülkenin itibarını Atatürk'ün kemiklerini sızlata sızlata ayaklar altına almaya devam etsinler.



Pazartesi, Mayıs 12, 2008

ANNELER GÜNÜ, ADA.....




Cumartesi büyükada'ya gittim. İstanbul'a bilmem kaçıncı taşınışımda çalıştığım dandirik bir iş vardı. Meditasyon, ayurveda ve bilumum bu tarz işlerin yapılacağı sahiplerinin hem ruhani yolculukları hem de ticaret kaygıları neticesinde açtıkları bi yer olacaktı. Ben ne demeye kalkıp Ankara'dan buraya çalışmaya geldim tanrı bilir. Hayattaki dönüm noktalarını biliriz benim çok fazla dönüm noktam ve de çok fazla yanlış kararım oldu. Bu geliş onlardan biriydi. Mutlaka bana kattığı şeyler olmuştur. İlginç bir çevreyle tanıştım. Bu kararlar, bu dönüm noktaları sayesinde hayatın her kesiminden tuhaf insancıklar girdi çıktı hayatıma. Gerek var mıydı orası tartışılır. Her işte bir hayır vardır diyor ve geçiyoruz.
Neyse işte o dönemde orada çalışırken tanıştığım evli bir çift vardı. Onlarda orada çalışmak için anlaşmışlardı. Hindistan'dan yeni gelmişlerdi. Osho'nun kampından başka ne ad vereceğimi bilemedim. İlk defa Osho adıyla orada tanıştım. Sonrasında beni o kadar içine almadı insanlar onu hayat felsefesi yapmışlardı aslında. Orada çalışırken öyle tuhaf tiplerle de tanıştım ki. İranlı biyoenerjicii, hintli ayurvedacı, hintli şifa dağıtıcı. İnsanlar oluk oluk akmaya başladı. Şifa bulmak için. Ne talihsizlik. Biyoenerji denen şey kusura bakmasınlar koca bir safsata. İranlı adam milletin parasını almaktan başka hiçbir işe yaramıyordu. Konuyu gene dağıttım. Adaya gittim geldim demek için nerelere daldım gene. Neyse işte oradan tanıştığım evli çiftle bağım kopmadı. Arada aradım. İstanbul'a geldiğim zamanlar buluştum filan. Ama geçen seneden beri yani son İstanbul'a taşındığımdan beri bir türlü buluşamamıştık. Şile'de ev almışlardı. Orada yaşıyorlardı. Şile'ye gidemedim tabii. En sonunda adada buluşabildik. ( Mayıs'a kadar sezonluk ev kiralamışlar) Ben saftirik Ankaralı unutmuşum. Yaz olmuş, insanlar akın akın sayfiye yerlerine akmaya başlamışlar filan. Bir kalabalık bir kalabalık size anlatamam. Ben vapurun ilk durağından bindim. Kabataş'tan yani. Sonra Kadıköy'e uğradı. Oradan Burgaz, Kınalı, Heybeli ada derken son durak Büyükada. Ben insan severim ama kalabalık pek sevmiyorum. Hele gürültücü vıyk vıyk çoluk çocuk kalabalığını hiç sevmiyorum. Ben keyifli bir vapur yolculuğu yaparım sanırken. Oradan buradan ciyaklayan, koşturan, martılara ekmek atmaya çalışan bir kalabalıkla karşılaşmayayım mı? Sanırım gün geçtikçe huysuz bir insana dönüşüyorum. Hava serindi ama güneş yüzünü gösterdi şansıma. Fotolar büyük adadan

güzel değil mi? Düşünün bir zamanlar mimari ne güzelmiş. Bunu varlıklı insanların evleri tabii öyle olacağa indirgemek istemiyorum. Çok mütavezi, şirin mi şirin eski, bir şekilde yıkılmamış evlerle dolu İstanbul. Neden diye sormadan edemiyor insan neden hala talan ve yıkım kültürü devam ediyor? Koca bir neden???

Ya ben acaba çok mu olumsuz bir insanım. Şimdi beni eleştirenlerin lafını hatırladım. Biraz olsun değiştim sanıyordum. Abim olsa adanın güzelliğini göreceğine yazdığın yazıya bak derdi kesin. Ama ben de ısrarla bunları yok sayamayız ki diyorum. Ben bardağın boş tarafını gören bir insanım bu konularda ne yazık ki! Valla kanserden gideceğim sonunda. Dert edine edine. Neyse fotolardan da görüleceği gibi çok güzel yerler adalar. Kalabalık malabalık gidin napalım. Nefes alın, bisiklete binin, faytonla gezin. Kimler gezdi acaba bu sokaklarda diye hayal kurun.

ANNELER GÜNÜ İÇİN,

Dün haberlerde son karakol baskınını ve şehit annelerin anneler günü haberlerine denk gelince ağlamadan edemedim. Neden sürüyor bu savaş neden çıkarlara alet oluyoruz. Anneler evlatsız kalmasın. Bitsin dünyadaki tüm savaşlar ve saçmalıklar. Çok ütopik bir istek biliyorum. Gün gelecek umarım hayalden öteye gidecek bu istek.

Benim üzerimde emeği olan o kadar çok anne var ki. Annem, teyzelerim, anneannem, babaannem. Torunların çocukları gelene kadar. Bütün ailelerin en küçüğüydüm. Her zaman şımartıldım, en çok ben sevildim, en çok bana hediye geldi. Ben bunlara layik olabildim mi bilmiyorum. Sevdiğim bütün annelere uzun ömürler, sağlık, mutuluk ve dünyadaki bütün güzellikleri diliyorum. İyiki varlar.Sevgimi yeteri kadar dile getirmiyorum diye hayıflanıyorum. Yaptığım bütün densizlikler için özür diliyorum. Daha sabırlı olmayı öğreneceğim.



Perşembe, Mayıs 08, 2008

DİLEKLERİMİZ

Benim bozdolabı sorunumu yazdım mi bilmiyorum ama ayrı bir gönderi konusu olacak bir mezvusu var. Bir şeyi merak ediyorum. Buzdolabında ürünler ne kadar dayanmalı? Mesela salatalık 10 gün içinde kötüleşir mi? Ya da peynir? Peynirin üzerine tuhaf bir katman oluşması ne kadar sürer. Benim buzdolabım mı kötü yoksa normalde de herkesin başına mı geliyor? Her şey bana çok çabuk küfleniyormuş gibi geliyor. Alacaktım Arçelik tepe tepe kullanacaktım ama ben aldım Miele çekmediğim kalmadı.

Şu yanlış yazma işi varya hani bahsetmiştim. Mavi Jeans yazacağıma mavi cins yazdım var mı böylesi hahahaha gülüyorum ağlanacak halime.

Bugün çizdiğim dilekleri tekneden gelirken denize attım. Evet içim rahat değil denizi kirlettim. Ama kağıt neticesinde yok olacak diye avutuyorum kendimi. Abime, Çiğdem'e, Gönül Abla'ya çizdiklerimle kendiminki. Abimin haberi yok bu vudu işlerinden :) Teknenin arkasına gittim teker teker atacağım diye. İlkini attım. Teknenin altına düşmesin mi alabileceğim bir yer değil kesinlikle. Ama suyun gelip kağıdı oradan alabileceği bir yerdi. Giderken büyük bi gemiyle karşılaşalım onun dalgası olsun dedim içten içe. Neyse öbür üçünü kazasız belasız attım. Oraya takılan hangimizinkiydi bilmiyorum :) Neyse inerken bir bakıyım nolmuş dedim. Sular gelmiş götürmüş bizim kağıdı.

Salı, Mayıs 06, 2008

68 KUŞAĞI VE 36 YIL ÖNCE BUGÜN

Çiçek böcek derken önemli bir tarihi unutuyordum. O tarihin bugün olduğunu da bu yıla kadar dikkat etmemiştim ne acı ki:(

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ne yazık ki 36 yıl önce bugün idam edildiler. Tek istedikleri özgür bir Türkiye, demokratik bir Türkiye idi. Geldiğimiz noktaya baktığımızda bundan 5 gün öncesine. Bir adım ileri gidememiş olmanın üzüntüsü var içimizde. Onca can bu Vatan için canını feda etti. Umarım bir gün onların verdikleri bu kavga boşa gitmez. Belki biz de göremeyiz ama gelecek kuşaklar için her şey geç değil. Yeter ki duyarlılığımızı, vatan sevgimizi kaybetmeyelim.

Not: Bugün Cumhuriyet gazetesinde Mustafa Balbay'ın Deniz Gezmiş'lerin avukatı Halit Çelenk ile yaptığı söyleşi dizisi başladı. İlgilenenler için.

BU BAHAR BAŞKA BAHAR






Ayağımın tozuyla yazıma başladım:) Elimde fotoğraf oldu mu, daha hevesli oluyorum.
Dün Cankurtaran sokakları sallandı. İstanbul'un bir kısmı sokaklarda göbekler attı gece yarılarına kadar. Biz ayrıldığımızda saat 24.30'du hala da müzik sürat kesmemişti. Hafta sonuna denk gelse sanırım sabahlardık. Kalabalığı size anlatamam sokaklarda yürümek mümkün değil sürüklenmek mümkündü gene de keyifliydi. Biz oraya gelebildiğimizde ve arkadaşların bi kısmıyla buluşabildiğimizde saat 21.00 olmuştu. Biraz daha erken gitmeli müziğin keyfini çıkartmak için. Çok da güzel süslenmişti sokaklar. Dileklerimizi diledik çaputlarımızı bağladık. Göbeklerimizi attık. Mayıs'ın gelişini pek güzel kutladık. İyi dileksiz olmuyor. İsyan etsek de, bu kadar da olmaz desek de, 1 Mayıs'ta yaşananlardan utansak da. Ülke bizim ülkemiz.

Sultan Ahmet'in ne kadar sevdiğimi hatırladım bir kez daha. Geçen sene Haziran zamanı bir düğüne gitmiştik orada. Sokaklarıyla binalarıyla, yaşayanlarıyla kendine özgü bir yer. Umarım Aycan bana söylenmez de onu oralara sürüklerim bi geldiğinde.

Dün eve giderken tramvay sonra taksi sonra metro sonra gene taksiyle eve dönebildim. İstanbul'un güzellikleri yanısıra bu durumu pek fena. Metro'dan 4. Levent'e çıktığımda in cin top oynuyordu belki dolmuş görürüm bekleyen olur sandım ama yoktu. Meyve arabası olan bir amca gördüm bakınıyım dedim meyvelerine. Amca çilek 2,5 dedi karanlıkta güzel de görünüyordu iyi dedim hadi koy. Kaça kadar burdasın dedim sabaha kadar dedi ben kalırım sabaha kadar da olsa çalışırım dedi. Ama sabaha kadar durmuyordur heralde son metroyla evine gidiyordur. Geçikmişsin dedi. Hıdırellezi kutlamaktan geliyorum dedim. Onun geçim kaygısına hıdırellezmiş mayısmış farkında olduğu pek sanmıyorum zaten. Nerelisin dedi Ankaralı diyince komşuyuz ben de Konya biryerliyim dedi ama unuttum. Sonra çok da uzatmadım hadi eyvallah dedim. Sonra bindiğim taksici pek konuşkandı. İki çocuğu varmış biri Galatasaray Üniversitesinde biri de Ege Üniversitesinde okuyormuş. Maşallah dedim ne güzel okutuyorsun. Başka ne yapıyım yeter ki okusunlar dedi. Sonra başladık başımızdakilerden, kapalı olup kendine 2 sınıf insan muamelesi yaptıran kadınlardan. Ben de dedimki abi bana acımasız diyebilirsin ama bugün okudum gazetede evde 12 kişilermiş ekmek götüremezsem ne olur diye bir kız ağlamış. Ben acımıyorum dedim doğurmasınlar madem bakamayacaksın aç bi ilaç dolandırıp süründürteceksin o zaman adam ol tut uçkurunu. Tabii böyle demedim:)

Aaaa gene konu nereye geldi gördünüz mü hıdırellez derken ülke kurtarmaya başladım.
Neyse pek keyifli bir geceydi. Arkadaşlara benim bahçede gül var ben onun altına koyacağım diyince verdiler çaputlarını. Onlarınkini de bağladım saat 6'da aldım. Umarım gerçekleşir herkesin dilekleri. İyi olanlar tabiii.

Bi de komik bir şey gördük. Bir kız heralde sevdiği oğlanın fotokopi resmini yapıştırmış onu dilemiş haha. Yaaa işte böyle

Pazartesi, Mayıs 05, 2008

DİLEK DİLEME ZAMANI

İnternet bir ağır uğraştırdı beni bayağı. Umarım son dakika yazımı yayınlayabilirim.

Bugün hıdırellez. Dilek dileme zamanı. Bahçenizdeki gülün altına çiziktiriverin bir şeyler. Ben dünden yaptım aman kaçmasın diye halbuki bugünmüş:) Olsun bugün de koyacağım.

Şimdi Ahırkapı'ya gidiyorum sokak eğlencesine. Hep gitmek istemiştim ama uyuz arkadaşlarım gelmediler diye kendi kendime gidememiştim. Şimdi benim gibi deliler var kurstan onlarla gidiyoruz.

İyi dileklerimiz dünyamız için.

Perşembe, Mayıs 01, 2008

YAŞASIN ÖZGÜRLÜK

Bugün 1 Mayıs işçi ve bahar bayramı. Gönül isterdi ki ülkemizde de neşe içinde geçsin kardeşlik ağır bassın. Ama bu sene bir kez daha anladık ki . Bizim ülkemiz için bu bir hayalden öteye gidemeyen bir beklenti.
Dünya'nın çoğu yerinde tatil değil diyen bakanımızdan sonra anlaşıldı ki. Çoğu ülkede tatil var.

Yasakçı zihniyetle hayır. Yaşasın özgürlük ve 1 Mayıs.

Herkesin bayramı kutlu olsun.