Cuma, Haziran 26, 2009

GÖNÜL YARASI

Biraz duygusalım belki de biraz değil epey bir!

Eve gidince vakit ilk başlarda geçmiyor gibi oluyor sonra bir bakıyorum 9 oluyor sonra bir bakıyorum 11.

Dün koltuğa yığılmış kalmışken, Yumuk'un ataklarından kendimi korumak için habire oyuncaklarını elime geçirip benden uzaklaşması için yerlere doğru fırlatıp dururken, televizyonun tesadüfen açık kalan kanalında Gönül Yarası'na rastladım.
Daha önce izlediğim, hoşuma giden türk filmleri arasında diyebileceğim bir filmdi kendisi. Dün hıçkıra hıçkıra tekrar seyrettim. Ve anladım ki ben Şener Şen'i çok seviyorum. Ne kadar iyi bir oyuncu ne kadar doğal bir oyuncu dedim durdum sürekli. Gönül Yarası'da ne kadar güzel bir filmmiş. İlk seyrettiğim zaman tüketmiş olmak için seyretmişim belli ki! O zaman da ağlamıştım elbette ki! Ancak, bu sefer kare kare sahneler var gözümün önünde. Hele ki! Parkta Şener Şen ile Meltem Cumbul'un arkası dönük, denize doğru bir banka oturdukları sahne! Çok etkiledi beni bilmem niye.


Sabah işe geldim. Geçmişe ait izler taşıyan iki meşhur insan ölmüş. Daha çok etkilenirim sanıyordum. Niyeyse o kadar etkilenmedim. Micheal Jackson bir kuşağın pop ikonu. Bizim evde onun hiç kasedi olmadı ama orada burada çaldığı zaman hoşuma gider dinlerdim. Ona ait bir anım ise Moon Walker'a Selim Abim ve kızarkadaşıyla gitmemizdi. Ben yanda gezdirilen küçük kardeştim hep. Bir şekilde beni de alırlardı yanlarına. Ben ise kuzenimin çocuklarını bir yere götürmüyorum hiç. Onları gene kendi anneleri babaları götürüyor. Böyle bir dönemdi işte. Küçük kardeşler sinemaya giderken, Akman'da pasta yemeğe giderken götürülürdü. Yazık sıkılmasındı evde. O zamanki haliyle bölünmemiş Kavaklıdere sinemasında seyretmiştik filmi. Ya da Akün'de miydi acaba. Zaten başka da yoktu ki! Bir de Gölbaşı sineması vardı. Maltepe'de film gösterimleri yapıldırdı toplu. Şimdi Kavaklıdere hariç hepsi tarih oldu gitti. Aynı Michael Jackson gibi.


Ne kadar hızlı değişiyor her şey. Nasıl ayak uyduruyoruz acaba. Evimize ilk telefon bağlandığında ki ben ilkokuldaydım. O gelişmeden sonra en önemli bir başka gelişme ise Annemin babamdan gizli renkli televizyonumuzu almasaydı. Sonra ki gelişme ise yıllar sonra geldi tek kanal bir kaç kanala çıktı sadece. Şimdi ben inanın annelerimizin durumuna düşmüş durumdayım. İlk cep telefonunu babama nasıl kullanacağını öğretmeye çalıştığımda aklımı yiyiyordum neredeyse. Şimdi ben kendi cep telefonumdan bir mesaj atıyorum bir de telefonla konuşuyorum o kadar. Şimdi 3G filan deniyor. Hoppala bir durun kardeşim bir nefes alalım.

Onun için Michael Jackson ya da Farah Fawcett ölünce etkilenemiyoruz bile. O kadar hızlı bir devinim halindeyiz.

Ama Şener Şen sen ölme sonsuza kadar yaşa.

PS not: Arkadaş dün nişanlanmış. Sürekli dilinde Ankara'ya geri dönmek istiyorum bu evi kapatacağım. Gavur bulacağım, evleneceğim diyordu. Hepsini de gerçekleştiriyor. 40 bin kere söyleyince oluyor heralde.


Perşembe, Haziran 25, 2009

TATİLSEMEK


Yazın tatile gittiğiniz yerlerde, çalışan insanlar ne yapıyor? Yazık onlara diye hiç düşünür müsünüz? Ben hep düşünürdüm. O sıcakta biz sahilde püfür püfür denizin keyfine varırken. Bankada, markette, ofiste çalışan insanları düşünür dururdum.


Şimdi İstanbul'da hissettiğim ise sayfiye yerinde olma duygusu ek olarak da çalışma zorunluluğu. Evden çıkarken hissettiğim duygu; tam da tatildeyken, ev bunalttı hadi sahile gidelim duygusu. Ama ben atlayıp otobüse işe geliyorum.


Otobüs sahil boyu gelirken, don gömlek denize girenleri, yürüyüşe çıkanları, kafelerde sabah çaylarını içenleri, balkonda kahvaltı yapanları görüyorum.


Karşı konulmaz bir boşluk hissi yaşıyorum.


Madrid'e gittin abartmasan artık demeyin. Madrid benim için tatil değildi. Giderken tatile gitmediğimi ısrarla söylüyordum. Şimdi olan ise bir haftalık tatil hakkı olan benim Madrid seyahati ile biten tatil hakkım ve inanılmaz bir yorgunluk hissetmem. Denizi olan bir yerde hiçbir şey yapmadan sabahtan akşama kumların üzerinde malaklık yapmak arzusundayım gerçekleşmeyecek olsa bile.

Salı, Haziran 23, 2009

TANRILAR ÇILDIRMIŞ OLMALI:)


Çok yakın bir arkadaşım çok değil 7-8 ay önce sıkıldım ben evlenmek istiyorum artık diyorken. Bu pazar günü istemeye gelecekler dedi. Temmuz'da nişan Eylül'de düğün düşünüyorlarmış. Bugün iki günlüğüne bir iş görüşmesi için İstanbul'a geliyorlar. Bende kalacaklar. Evleneceği kişi eski erkek arkadaşı. Bir kere görmüş ve sevmemiştim sonra da ayrılmışlardı zaten. İnsan birşey diyemiyor. Zaten, olumsuz bir söz duymak istemiyorum. Değişmiş çok! dedi.

Geçen sene düğününe gidip biraz da kıl olduğum ama sonra kıllığımın hemen geçtiği arkadaşım ise düğününden bir sene sonra doğurmak üzere.

Çocukluk arkadaşımın ise bir kızı olacaktı. Şu aralar belki doğurmuştur bile eli kullağında demişti.

Bir diğer yakın apar topar birini buldu. Evlenme moduna girdi. Kendinden yaşça büyük yabancı biri. Sürekli yabancı biriyle evleneceğim diye sayıklıyordu.

Geçen ay düğününe gittiğimiz arkadaş. Evlilik çok zormuş ya demiş diğer arkadaşıma. Şimdiden bıkmış sanırım.

Bir diğeri, bize dışarıdan ne tuhaf bir ilişki yaşıyor dedirten. Çocukla konuşucam bu iş nereye gidiyor diycem demiş:)


Yani herkesi bir kıyamet günü geliyor durumu sarmış.

Hepsine mutluluk.





Pazartesi, Haziran 22, 2009

ÖYLE BÖYLE



Mekanlardan birinin manzarası


Dün en uzun gündüzü yaşamışız.
Kafamda o kadar çok şey var ki! Neyi yazsam bilmiyorum.

Uludağ Üniversitesi eski Rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran'ın durumunu gazetelerde okurken birşey yapamıyor olmaktan yapmamaktan son derece üzüntü duydum. Ülkede el üstünde tutulacak insanlar kasıtlı eziyete uğruyor sanki. Ama iki lafı biraraya getiremeyen, sokakta görsen yüzüne bakmayacağın adamlar ise devlet yönetiyor ya da devlet kadrolarında.
İnsan nasıl bunalıma girmez? Nasıl sorgulamaz? Ben ne suç işledim acaba diye. Gazetevatan.com Yayın Yönetmeni Aylin Duruoğlu'nun başına gelenler de vallahi akıl alacak gibi değil. Ben de dün bir arkadaşımla rastlaştım. Telefonlarımızı aldık verdik. Şimdi o bir yerde silahlı çatışmaya girse, öldürülse(allah korusun) telefon kayıtlarına baksalar beni bulsalar ben suçlu mu olacağım. Bu ülkede gerçekten yaşananlar sineye çekilecek cinsten değil.

Sonra piknik dönüşü kaza yapan minibüste ölen çocuklara da çok üzüldüm.

Gazeteleri öyle ıncık cıncık okumuyorum artık. Gidişattan haberdar olmak asabımı bozuyor.

Neyse hafta sonu neler yaptığımızdan bahsedeceğim biraz da.

Cumartesi günü çınarlarım İstanbul'a geldikleri için onlarla azıcık da olsa görüşme fırsatım oldu. Evimi ve yumuğumu gösterdim. Ama karpuz bile kesemeden gittiler. Bir dahaki sefere umarım. Çınarım sizi taksi durağına bıraktıktan sonra fesleğenciye rastladım. İki tane kocaman fesleğen aldım:)

Pazar günü de cumartesi gününden başlayan gitsem mi gitmesem mi'ye son noktayı koyarak karşıya gitmeye karar verdim. Hatta gitmeye karar vermemde ki etken evde ekmek olmayışıydı. Oben Abla'mı arayıp. Evden ekmek almaya çıkacağıma size kahvaltıya geliyorum dedim:)

Sonrasında Beyoğlu'na gidecektim. Onlar da gideceklerdi. Birlikte çıktık. Ben direksiyonda onlar yanımda Taksim'e vardık. Cihangir de pek de güzel park yeri bulduk. Taksim'e arabayla gelip otopark'a bırakmayarak kendi zincirlerimi kırmış oldum. Kuzenim Design Weekend kapsamındaki yerleri ve cihangir'i tavaf etmek istediği için ben de onlara takıldım. Elde Design Weekend haritası mekanlara girip çıktık. Bazı mekanlar kafelerdi. O yüzden oldukça ilginç bir gezi oldu. Sonra Asmalımescit'ten geçerken Sokak Bar'ı göstermek istedim. Ancak sukut-u hayal'e uğradım çünkü kapanmıştı. İnanamadım, neden kapandığını anlayamadım. Sanki geçmiş ve gelecek benle alay eder gibiydi. Üzüldüm.



Cuma, Haziran 19, 2009

MADRİD BÖLÜM 3


Bu fotoğraf son günlere doğru çektiğim bir fotoğraf. Yağmur sonrası güneş sonrasında gökkuşağı. Çok güzel bir manzaraydı. İşte burası Sol meydanı. Yerden yüksekten çekmem inşaat panolarının çıkmaması için. Bütün binaların önü koca bir meydan araçsız hale getiriliyor.




Madrid’e inşaat mevsiminde gitmişiz. Her taraf köstebek yuvasıydı. Bu belki biraz da inşaat sektörünü hareketlendirmek için yapılmış bir durummuş abimin yorumu. Çünkü sadece kentin bir bölümünde olan bir çalışma değildi. Epey geniş bir alana yayılmış karıncalar gibiydiler
Calle del Arenal bir ucu Sol Meydanına çıkan bir ucu da Isabel Meydanınca çıkan şirince bir alışveriş caddesi. Bu ara da Isabel Meydanı da panolarla kaplıydı.

Meşhur Plaza de Sol yani Sol meydanı inşaat panoları ile kapanmıştı dolayısıyla oranın nasıl göründüğü konusunda bir fikrimiz olmadı ancak nasıl olabileceği konusunda bir imaj var kafamda. . Madrid belediyesi mi artık inşaatı kim yapıyorsa bütün trafiği alttan geçirecek bir yöntem bulmuş meydanı trafikten arındıracak bir çalışma içerisindeler. Buranın çevresinde bir karıncalaşma durumu söz konusuydu. Her yer kazılmış ha babam de babam çalışıyorlardı. Madrid’in simgesi olmuş çilek ağacına tırmanan ayı figüru bu meydanın bir tarafında duruyor. İnşaat panoları yüzünden güzel bir fotoğrafını çekemedim. Bir de çilek ağacı nasıl oluyor onu da anlamadım. Çilek yerde yetişmez mi:) Belki de kara dut ağacıdır o . Sol Meydan'ı İspanya’nın merkezi sayılırmış bir sürü yöne giden yollar buraya bağlanıyor hakikaten. Ancak dediğim gibi o kocaman olan inşaat halinde olduğu için o güzelliği pek yaşayamadık. İleride umarım.


Madrid’te dikkatimi çeken başka bir özellik de. Metro dışında toplu taşımın otobüslerle yapılıyor olduğuydu. Eski Madrid fotoğraflarına bakıldığında tramvayların varlığından söz edilebilir. Bir şekilde kaldırılmış. İstanbul’da eskiden ulaşım tramvaylarla sağlanırmış sonra kaldırılmış şimdi tekrar inşa ediliyor. İspanyolların Madrid için vay niye söktük tekrar inşa edelim diyeceğini hiç sanmıyorum. Çünkü demirağlarla örmüşler şehrin dört bir yanını. Metro bu sene 90. yaşını kutluyor. Doğum tarihi 1919. Hatlar numaralandırılmış ve renklendirilmiş. 10 binişlik metro kartı 7.40 euro. Abimin evinin önünden 2 numaralı kırmızı hat geçiyordu.

Şimdi gelelim Salı günümüze. Pazartesi günümüzü kendimizi oradan oraya atarak geçirdikten sonra eve gelip biraz da evi adam etme telaşına düştük. Ancak bende sürekli bir vakit geçiyor gezemedim. Reina Sofia ne olacak sonra Tysenn var ühü de ühü de durumum nedeniyle. Ertesi gün müzeye gitmeye kadar verdik. Daha doğrusu verdim. Annem de bu arada Ikea da Ikea diye tutturmuştu. . Nasıl gideceğiz abin söyledi mi ya da insanlara sorsana diye sayıklıyordu. Benim tabii bu sayıklamalar bir kulağımdan giriyor diğer kulağımdan çıkıyordu. Hedef de Guernica vardı çünkü. Ama gel gör ki ilahi adalet devreye girmişti. O da Salı günü benim sevgili müzem Reina Sofia’nın tatil günü olması idi .İşin ironik yanı ise Pazartesi günü müzenin dibinde dolanmamız tren istasyonunun tam karşında olması. Şöyle bir bakıp kapalıdır diye düşünüp hiç oralı olmamamdı.
Neyse annemin yüzünde güller açtı. İkea diye sayıklamalar tekrar başladı. Ben de artık daha fazla duymazdan gelemedim. Şansımıza turist information desk hemen müzenin dibindeydi. Gittim! kardeş söyle biz ikea’ya nasıl gidicez dedim. O da çok far very far dedi. Ben de olsun söyle sen dedim. İşte bir otobüs numarası söyledi nereden kalktığını da harita da işaretledi.

Benim yüzüm en asık haliyle baktım oradan gri numaralı hat geçiyor. Metrodan metroya aktarma ile vardık istasyona. Tam karşıdan karşıya geçerken duraktaki pek sevgili otobüs gitti.. Bir de ben biraz kendimeden bahsedeyim. İletişim problemi yaşadığım yerlerde soru sorma ben de minimum düzeye iner. Yanımda sorsana diyen bir anne ile bunu gene de başardım. Her şeyi sormadan elle, gözle, okumayla hallettim. Önce bir napıcaz diye kal geldi. Bu bilmediğimiz yerden bu otobüs ya saatte birse ya günde 4 taneyse diye geçirerek bir 10 dakika bekledik. Ben elbette kimseye bir şey sormuyorum. Durağın yazılarına bakıp çözüme ulaşmaya çalışırken bir baktım 15 dakika da bir filan diyor iş günler hem de.. İspanyolcam da fena değil hani bunları çözüyorum
. Tak geldi bizim otobüs. Bu sefer de Ikea nerede stresi bastı. Otobüse göre en son durak. Otobüs böyle Eskişehir yolu gibi bir yolda gidiyor. Şehirlerarası yol resmen. Sonra bir yere saptı. Yolda tabela var Ikea diye ama tabelaya göre Ikea geride kaldı. Ben gene sormuyorum. Neyse bir süre sonra gene Ikea tabelası bu sefer ilerde diyor. Sonra Ümitköy’e giden otobüsün önce Ümitköy sitesinde sonra Binsesin’de sonra Mutluköy de sonra Beril sitesinde dolanıp Konutkent’e devam etmesi gibi otobüs dolanıyor da dolanıyor. O arada Ikea’nın binasını görmeye başladık. Hah tam diyorum doğru yoldayız. Otobüs bir ileri iki geri oraya doğru gidiyor. Ama anneme diyorum ki anne biz şu ileriki durakta inelim otobüs sola dönerse napalım erken inmiş oluruz dönmezde İkea’dan uzaklamış olacağız. Bu otobüs İkea’nın önüne gidiyorsa bile o kadar dolanıyor ki biz yürüyerek daha önce gideriz. Neyse iniyoruz ve otobüs sola dönmüyor gözden kayboluyor bir daha da ortaya çıkmıyor.

Biz İkea’ya varmış olmanın rahatlığı ile önce içine giriyoruz. Bu sefer market arabası stresi basıyor beni. Annem sor diyor, ben ı ıh diyorum. Sonra asansörü keşfediyorum. Aslında İkea aynı İstanbul’daki gibi. Madrid İkea’da değiliz sanki. Buradaki İkea’ya daha çok gitmiş olsam bu sorunu da yaşamazdım aslında.
Annem bu sefer yemek masası sandalye ve kitaplık sayıklamaya başlıyor. Ben nayır nolamaz diyorum. Onları nasıl götüreceğiz. Annem de sen soracaksın taksi geliyor mu diye o şekilde halledeceğiz diyor. Ben ağzımdan köpükler saçmaya çok yakın nasıl sorayım diyorum. Abim bile arkadaşına arattı taksiyi nasıl anlaşıcam filan diyorum ama annem beni tanıyor ve hiç iplemiyor. O numaraları kağıdına not ediyor. Gezdikçe market arabası doluyor taşıyor. Ben nasıl götürücez bunları diye sayıklamaya devam ediyorum. Tencereler tavalar derken ütü masası derken çamaşır askılığını da alıyoruz. Beni stres basmış. Bir görevliye gidiyorum can you speak english diyorum. Poku diyor İspanyolca. Taksi diyorum bulabilir miyiz? Belki diyor kasa da numaraları vardır onlar size verebilir numarasını. Neyse diyorum. Grasyas. Sonra abim arıyor. Biz diyorum böyle böyle aldık herşeyi o da diyor ki .Korsan taksiler oluyormuş Ikeanın çevresinde. Onlara bakabilirsin. Ya da Ikea’da eve gönderiyormuş komisyon karşılığı Tamam diyorum yok korsan taksi filan bulamam ben. İstanbul’da da yüzde 10 ödüyorsun eve getiriyorlardı eşyaları. Sen adresini mesaj at. Neyse gidiyorum sandalyeleri, masayı, rafları, minderleri herbir şeyi toparlıyorum. Kasalara doğru ilerliyoruz. Sonra aklıma geliyor ki ben paraların bi kısmını evde bıraktım burada da cüzdansız öyle sallaya sallaya geziyorum. Neyse annem bende var diyor. Ohh diyorum. Neyse olmadı onun kredi kartı var.

Geliyoruz kasaya. Kıza “biz transport to Madrid tambien” diyorum. Hepsi mi diyor yok diyorum şu şu şu. Sonra arkamızda koltuk değnekli bir teyze var. Onu bekletiyoruz diye beni stres basıyor. O sıra o lafa karışıyor ipsanyolca konuşuyorlar aralarında. Kız bana dönüyor bir şeyler diyor İspanyolca. Ben kitlenmek üzereyim. Koltuk değenekli teyze İngilizce konuşmaya başlıyor. Ohh diyorum biz bunları eve göndertmek istiyoruz. . O da hepsini mi diyor. Yok şunları diyorum. Hepsi aynı paraya gidermiş diyor. O sırada diğer sıradaki amca söze karışıyor bir şeyler diyor. Ben artık İngilizce de anlamıyorum. Birden adam bana tane tane konuşuyor evde kurulmasını istiyor musunuz? Yok diyorum sadece trasportation. Neyseki yanımızda o kadar para da çıkıyor. Kasadan kurtuluyoruz. İş transportation desk’te orada hoşçana bir çocuk karşılıyor bizi. Zaten kasadan geçer geçmez görünüyor yerleri. Come on diyor. Ben smsi gösteriyorum o not ediyor kaç parça diyor gösteriyorum. 12 diye sayıyor. Ben 11 sayıyorum. 11 değil mi diyorum. O tekrar sayıyor 12 çıkıyor. Ben içimden sayıyorum gene 11 çıkıyor. Sonra napıyım diyorum 12 çıktıysa 12’dir.. Sonra telefon numarası istiyor. Ben numarayı bilmiyorum. Çaldırıyım senin numaranı diyorum ama o sırada annemin cep telefonu elimde. Onu çaldırıyor o. Annem ne yaptın kızım diyor benim numarayı çaldırdı. Ben kitlenmişim bir şey demiyorum. Annem eliyle no no diyor öbür cep telefonunu gösteriyor. Çocuk anlayışlı hemen onu eline alıyor ve çaldırıyor kendi numarasını. Neyse eşyaları teslim ediyoruz. Bu sırasa bi kapı var hemen orada. Kendimi dışarı atmak istediğim için hemen kapının koluna bastırıp açıyorum. O da ne alarm ötüyor ciyak ciyak. Kafamı çevirip çocuklara bakıyorum bana ne yaptın sen diye tebessümle bakıyorlar pardon diyorum çok pardon. Anne koş kurtulalım buradan beni ter bastı.

Annem İkea’nın yanında konumlanmış Carrefour binasını daha Ikea’ya yürürken gözüne kestirdiği için. Hadi ben şurada bekleyeyim sen git ütü al ucuzsa bir de kettle al diyor. Bu arada yukarıda bahsetmedim. İkea’dan aldığımız
büyük parçalar tamam kamyonla gelecekti ama o hengame de vermediğimiz bir sürü parça eşyayı da biz elle eve götürecektik. Torba benzeri bir şey gözüme çarpmadığı için ben kasada yeni bir stres stres dalgası daha yaşarken annem cin Gönül olduğu için ikea’dan aldığımız kocaman hurcun içine koymaya başlamıştı aldıklarımızı. . O hurç gibi şey benim ebatlarımda bir şey oluverdi birden. İçinde yok yoktu. Tencere, tava, tuvalet fırcası, minderlerin ikisi, tepsi yani yok yok işte. Bir de o var yanımızda artık düşünün. Neyse annemi Carefour’un dışındaki gölgeliğe emanet edip içeri girdim. Tam dıt dıt öten şeylerin yanından Carrefour’a giricem ama gene alarm ötmesin mi? Hay allahım durdum kıza çantamı açtım içinden bin çeşit şey çıkıyor. Kız libro diyor ben ısrarla anlamıyorum. Sonra libro’nun kitap olduğu aklıma geldi. Ha libro deyip Lonely Planet’ın Madrid kitapçığı çıkarıveriyorum. . Bakıyor o ötüyor. O da onu poşete koyuyor ben
içeri öyle giriyorum. . Neyse ütüdür kettledır ıncık cıncıktır bulup çıkıyorum. Çıkamıyorum daha doğrusu çünkü gene ötüyorum. . Bu sefer çıkardım kitabı dedim bu. Bu arada bu ötme işi o kadar sık başıma geldi ki. Corte de Engels diye zincir mağazaları var orada da yok yok Carrefour gibi bir yer ama daha şehir içi konumlanmış ve Boyner mağazaları gibi bir yapısı var. İşte oradan aldığınız her şey yüzde 30 ötüyor kapıda güvenlik öyle bezmiş ki bu durumdan alıyor. Bir şey yapıyor sonra alarmı sökün diyor İspanyolca. Artık öyle güzel anlıyorum ki :)Sonra güvenlikçi amca aldı kitabın alarmını söktü. Mutlu mesut dostça ayrıldık. İş şimdi eve nasıl ulaşacağımıza geldi. Bohçacılar gibi yürümeye koyulduk. Bizim indiğimiz durak biraz uzakça olduğu için başka bir durak gözüme kestirmiştim. O sıra bir anne oğul gözüme kestirip biz dedim gitmek sol meydanı. Onunla benim bildiğim 3 kelime İspanyolca ile anlaşıp elimizdeki yükün çok ağır olduğunu metroya gitmek için çok yürümek gerektiği ama otobüsün metro durağından geçtiğini öğrendik. Bizi de gözüme kestirdiğim o otobüs durağına götürüp orada bir çocuğa teslim edip ayrıldılar. O çocuk ta bizi teslim almış sayılmazdı pek bizi unuttu gitti. Otobüs duraklarının isminin nerede yazdığı keşfetmem uzun sürdü. Ama gene de dönüşümüz gelişimizden çok daha kolay oldu. Artık gözüm kapalı gider gelirim o derece.
Bir Salı günümüz de böylece kendimizi eve atarak aldıklarımızı yerleştirerek temizlenerek geçirdik

Ertesi gün kapıcı Miguel ve Ikea teslimatı ve Abimle tapasçı maceramız.

Perşembe, Haziran 18, 2009

MADRİD BÖLÜM 2

Araya zaman girdikçe yazmak güçleşiyor. Şimdi bir gayret başlıyorum 2. bölüme. Yazdığım yazının içerisinde link vermeyi bilmediğim için Bölüm I'e yönledirme yapamıyorum ne yazık ki!

Bölüm I'i bitirirken devamında Pazartesi temizliğe ara verip Madrid sokaklarını anlatacağımı yazmıştım. Abim İspanya'ya gitmeden evvel ona hediye olarak İspanya ve Madrid ile ilgili kitapları toplayıp vermiştim. Orada bizim de işimizde yaradı.
İ
spanya'ya gidişimiz Madrid ile sınırlı kaldığı için izlenimlerim İspanya'nın tamamını yansıtmayacak pek tabii. İlginç bir düzenleri var onunla ilgili pek bir şey okumadım okuduklarım da üstün körüydü çok da anlamadım. Ne şekilde yönetiliyorlar? Barcelona'da ayrı bir dil konuşuluyor. Onlar kendilerine İspanya'dan saymıyorlar nasıl oluyor hiç ama hiç anlamadım. Bizim kürt meselesinin ayrı bir hikayesi ayrılıkçı terör örgütü ETA. İşin bu kısmını burada bırakıyorum. Diğer izlenimlerime geliyorum. Sokaklar yaşlı ve bakımlı insan kaynıyor. Özürlüler de cabası kimse hayata küsüp eve kitlememiş kendini. O kadar şaşırdım ki anlatamam. Metroya iniş çıkışlar onlara göre düzenlenmiş gibi de değildi . Her yerde karşımıza çıktılar her yerde ama.

Buraya şu notu da düşmek istiyorum iki farklı zamanda İstanbul'da metroda tekerlekli sandalyeli kişiler gördüm, yalnızlardı. O kadar sevindim ki bir şekilde sokakta oldukları için.

Gelelim Madrid'e dediğim gibi yaşlı kadınlar , erkekler süslü püslü olaraka hep sokaktaydılar. Ancak yüzdeye vurduğumda yüzde 70'i kesinlikle kadınlardı sokaktaki yaşlıların. Şunu da itiraf ediyorum. Bu kadar enerjik ve dışarılarda olmalarını kıskandım. Ben kendimde o enerjiyi bulabilecek miyim diye.

Bu bahsettiklerim aylak yaşlılardı. Bir de hala çalışan yaşlılardan bahsetmek istiyorum. Bir çok yerde hala neredeyse yaşı 70'e dayanmış teyzeler amcalar çalışıyordu. Bunu abime söylediğimde İspanya'da çok ciddi bir işsizlik problemi olduğunu hatta işsizlik rakamlarında bizim bile üzerimizde olduklarını söyledi. Bu krizden önce okuduğum bir makalede şimdiki hükümetlerinin İspanya'da bir mucize yarattığından bahsediyordu. Ekonomilerinin büyümesi açısından avrupanın gözbebeği iken şimdiler de işler tersine dönmüş. Abime yaşlılar buradaysa gençler napıyor dediğimde işsizler dedi doğal olarak.

Türkiye'ye benzer bir başka tarafları da sokaklardaki isportacıları oldu. Ama abim bile bu duruma hayretler içinde kalmış . Bir şekilde göz yumulduğunu düşünüyor. Biz de bile bu kadar değil diyor. Düşün İstiklal caddesine böyle bir şeye şahit oldun mu hiç dedi. Şöyle bir düşündüm. Lavanta ve mendil satan çocuklar dışında böyle bir görüntüye rastladığımı hatırlamıyorum hakikaten. Ama şimdi bu yazıyı yazarken aklıma Ankara geldi. Yüksel caddesini kesen sokaklar akşamları nasıl yerlere bezlerini sermiş isportacılarla dolar ya aynı öyle. Tabii Ankara'daki gibi abartılı olmuyordu durum. Abim sanırım Ankara'nın o halini görmedi hiç :)

Başka birşey de yağmur yağarken birden şemsiye satıcılarının ortaya çıkmalarıydı. Ama ben ıslanmayı tercih ettim. Şemsiye almadım:)

Eğer İspanya'ya gidecekseniz mutlaka üç beş kelime ispanyolca öğrenip öyle gidip. Oldukça işinize yaracaktır. Çünkü çoğu ne yazık ki hiç ingilizce bilmiyor bir kelime bile. Bilip de konuşmuyor değiller gerçekten bilmiyorlar. Ama bir şekilde anlaşıyorsunuz. Size surat asıp da kesinlikle gıcıklık yapmıyorlar.

Gelelim bize;

Abimin de önerisiyle Pazartesi gezmeye karar verdik. Övünmek gibi olmasın iyi harita okuyucusu ve gidilecek yerleri tercih eden ben ve her öneriye açık peşimden sürüklenen annemle. İlk önce Plaza de Orient'ı gözüme kestirdim. Pek de iyi yapmışım çünkü abimin evine acayip yakınmış bir de en güzel meydanlarından biriydi. Sarayın bulunduğu yer tam tarif gerekirse. Pazartesi olduğu için bütün gezilecek yerler kapalıydı. Ancak bir not düşmeli Picasso'nun Guernica tablosunun bulunduğu müze yani Museo Reina Sofia'ya pazartesileri açık salı kapalı. Benim bu dikkatsizliğim annemin işine yaradı ve biz abimin ikea işlerini hallettik bir bütün gün:) Ondan da ileride bahsedeceğim.


Plaza de Orient'a ve saraya bakan evler.
Heykelin arkasındaki saray. İçini gezecek enerji ve vakit bulamadım ne yazık ki!


Sarayın komşusu Katedral.
Oradan yürüyerek Calle de Mayor'a sonra da Plaza de Mayor'a çıktık. Plaza de Mayor. Geniş bir avlu görünümünde.Bir sürü ev bu avluya bakıyor. Bana Eski İstanbul fotoğraflarıyla ilgili bir e-posta gelmişti. Taksim'deki Akm'nin yerinde böyle avlusu olan bir kışla olduğunu görmüştüm. Sonra resimlere bakıp bakıp üzülmüştüm. Size şunu söyleyebilirim. Eğer biz İstanbul'u koruyabilseydik. Kaç tane Paris kaç tane Madrid ya da Roma çıkartırdık içinden. Neyse geçmişe maziii.....
Sonra Metro de Sol'den ver elini Attacho Tren istasyonu. İşte orada karşımızdaki bu manzarıydı. Güzelliklerini görebiliyor musunuz? Tren istasyonuna klimatizasyon sistemi ile bir botanik bahçesi kurmuşlar.



İstasyonun dışarıdan görünümü üzerinde bayrak asılı olan yer. Biraz Sirkeci Garına benzettim ben. Genelde Madrid'i Ankara'ya benzetiyorlarmış. Belki eski Ankara'dır şimdiki Ankara'ya pek benzetemedim ben. Caddeleri acayip genişti. Hani Atatürk caddeleri geniş yapın demişte çok içmiş diye caddeleri onun söylediğinin yarısını yapmışlar diye bir hikaye dolanır ya. İşte bu Madrid caddeleri Atatürk'ün istediği gibi yapılmış çok hoşuma gitti.
Tren istasyonundaki kafede. Burada her yerde serçeler sizin yemeğinize ortaktı. Bizim kediler gibi :)


Bu arada tren istasyonundan gitmek istediğiniz şehirlerle ilgili tren saatlerinin broşürlerini alabiliyorsunuz.


Sonra da istasyona yakın botanik bahçesine gittik. Oradan da yürüyerek gene Sol Meydanına çıkıp kendimizi abimin evine atıverdik.

Burası da Prado müzesi burayı da gezmeye vakit ve enerji bulamadım.

Binaların üstü böyle heykellerle doluydu. Mimariden çok anlamadığım için anlamı nedir nasıl bir dönemi yansıtır bilmiyorum ama ilgimi çeken özelliklerden biriydi.

Çarşamba, Haziran 17, 2009

ŞANS ESERİ YAŞADIĞIMIZ ÜLKEMİZ

Sanırım yaz gribi oldum. Evde bir şekilde üşütmüşüm. Kafam kazan vücudum külçe.

Sabah okuğum iki haber hay yarrabbim dedirtti. Ankara'dan İzmir'e uçakla gidecek 86 yaşındaki kadıncağıza tekerli sandalye tahsisi yapılmasını istemiş yakınları. Onlar da karşılayacaklarmış. Diğer yolcular gelmiş. Bu kadın bir türlü gelmiyor meğer kadını forkliften 2 metrelik yerden yere düşürmüşler. Yahu olacak iş mi ? Akıl mantık almıyor. Ne biçim ülke? Ne ciddiyeditsiz bir ortam. Hakikaten nasıl sinirimizi bozmadan, nasıl başımıza bir iş gelmeden yaşıyoruz hayret ediyorum.

Hafta sonu bir arkadaşım yabancı arkadaşlarını adaya götürecekti bize de gelir misiniz demişti. Dönüşte ikisi ile vapurda sohbet ederken. Avrupa birliği hakkında ne düşündüğümü, girmeyi isteyip istemediğimi sordular. Ben de elbette isterim belli standartları kavuşmamız için. Ama dürüst olalım bizi bu halde alacaklarını hiç ama hiç sanmıyorum. Belki benim torunlarım görür eğer olursa dedim.

Şimdi allah aşkına İstanbul'da yaşıyoruz. Burada yaşarken bile yaşananları görünce hadi canım diyoruz. Ne Avrupa Birliği? Bu işin bir de doğusu var anadolusu var komik olmayalım.

Bir de Münevver Karabulut cinayeti, bu da ayrı bir parodi. Yazık günah kızın yakınlarına sürekli cinayetin ayrıntıları ile ilgli haberler çıkıyor. Nasıl dayanıyor o insanlar kimbilir?

Bugün Ayşe Arman'da ailenin avukatının açıklamaları vardı.

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/11883011.asp?yazarid=12&gid=61

Okuyun ve polisin elinin nasıl armut topladığına ve adeletin ne şekilde işlediğine bakın.


Pazartesi, Haziran 15, 2009

MADRİD BÖLÜM 1

Yazın gelmesiyle rehavet çöktü iyice.

Yazmak istediğim yazıları yazmaya üşenip duruyorum. Bir yerden başlamak iyi olacak.

Mayıs sonu Haziran başı Madrid'e gidip geldik.

Uyarmalıyım ki! Madrid gezimizin bu ilk bölümü çok da Madrid'le ilgili olmayacak.

Yolculuk 29 Mayıs'ta İstanbul'da başladı. 9 Haziran'da gene İstanbul'da sona erdi. Biletimiz Çek havayollarından olduğu için Prag aktarmalıydı. Nasıl bir havayolu olduğunu bilemediğim için rötar konusunda endişeleniyordum ama hiçbir sıkıntı olmadan gittik geldik.

Madrid'e apar topar gitme sebebimiz abimin bizi dört gözle bekliyor olmasıydı. Oraya gidip geldikten sonra anladımki iyi ki gitmişiz yoksa hiçbir şeyi halledemeden sıkıntı içinde kalırdı. Bizi karşıladıktan sonra gece yarısına doğru evinde olduk. Bir iki muhabbetten evi kolaçan ettikten sonra hemen derse oturdu. Şunu not düşmeliyim abimi taşımak yeni evine yerleştirmek ilk görevimizdi. Ne zaman taşınalım ben Pazar diye düşünmüştüm diyince yok yok dedim cumartesi taşınalım iş uzamasın. Şimdi eski evi olan ev Madrid'in merkezine epey uzak bir yerdeydi. Heralde İstanbul'daki Tuzla gibi bir şey. Ne zaman skype'tan konuşsak evin ne kadar uzak olduğundan, okula gitmek için 3 vasıta değiştirdiğinden, dersler yoğun olmaya başlayınca çok zorlanacağından bahsediyordu. Bir sürü ev gezdikten sonra bir evi beğendiğini tutacağını söyledi. Bizim geldiğimizde o evi tutumuştu. Tam da yeni aya girdiğimiz için her şey vaktinde olmuş oldu.


burası abimin ilk evinin manzarası daha çok şehir dışı yerleşim yerlerinden bizde de varolanlardan yazlık havasına bürünen sitelerden.



Ertesi gün de o dersinin başına oturdu biz de eşyaları toplamaya başladık. İşin iyi tarafı ev eşyalı olduğu için mobilya taşımak gibi bir derdimizin olmayışıydı. Bir de komik bir şey öğrendim Madrid'te taksilerin çanta başına 5 euro gibi bir para almalarını. Abimin evi toplarken sonunda 16 parça eşyamız oldu. Aklım bir türlü kesmedi. İspanyolların çoğu ingilizce bilmiyor. Anlaşmak el kol hareketlerine ve sizin öğrendiğiniz 3-5 kelime İspanyolcanıza bağlı. Taksi çağırma işini de abim arkadaşı vasıtasıyla halletti. İki taksi çağırdı eşyalar ve bizim için. Ancak taksinin biri kocaman gelince diğer taksiye gerek kalmadı bir de her parçaya ayrı para verme derdi de. Sadece diğer taksiyi çağırdı diye bir 10 euro ile kurtardı. Cumartesi saat 16.00 gibi yeni evine 16 parçamızla taşındık. Yeni evin ciddi bir temizliğe ihtiyacı olacağı belliydi. Ancak işin vehametini o gün anlayamadık.



ikinci evinin yatak odası balkonu

Ivır zıvır bir şeyler yaptıktan sonra. Akşam abim okul arkadaşlarının bir organizyonuna götürdü beni. O kadar yorgundum ki hiç gitmek istemedim. Gene de uyuzluk yapmadım. Bir klüpte oldukça geniş bir klüpte saat 22.00 gibi kokteyl havasında toplanılmıştı. İspanya'da ve de Madrid'te klüpler için hayat saat 24.00 için bile erken gerçekten daha geç doluyor hatta 04.00'te ya da 05.00'te bunu daha sonra anlatacağım. Bizim gittiğimizde bizden başka kimse yoktu. Abim beni insanlarla tanıştırdı. Ayakta olması küçük küçük topluluklar halinde tanışmak gerginliğimi azalttı. Dünyanın her yerinden insan vardı. Meksika, Brezilya, Kolombiya, Japonya, Kore, Norveç, Kanada, İtalya, Fransa... Unuttuklarım da vardır belki. Çoğu kocasını, karısını, nişanlısını, sevgilisini almış da gelmiş. Sevimliydi hepsi özellikle Norveçli çifte bayıldım. Bu kadar sıcak olmalarına çok şaşırdım. Abime dönüşte hem de Norveçlilerdi ne kadar ilginç diye sayıkladım. Biz saat 01.00 gibi evin yolunu tuttuk. Kolombiyalı kalabilirsin bizimle sıkıntı olmaz diye böyle koruyucu bir halde söyledi ama benim zaten öyle bir derdim yoktu ancak yorgunluktan ölmek üzere olduğum için eve gitmeyi tercih ettim. Eskiden olsa illa da kalacağım diye tuttururdum yaşlandım mı ne:)

Eve geldiğimizde annem çoktan horlamaya başlamıştı:) Ben de tabii hemen aynı moda geçtim ancak gece siz diyin 04.00 ben diyim 05.00 bir ciyaklamalar, sesler, gülmeler, bağrışmalar gelmeye başladı. Hiç kalkıp ne oluyor diye bakacak halim olmadığı için tekrar sızdım. Annem kalkmış bakmış tam abimin evin aşağıda bir gece klubü varmış. Önünde deli gibi sıra kağıda bakılıp içeri öyle giriliyormuş. İşte Madrid böyle bir şeydi demek.


Ertesi gün abimi okuluna ders çalışmaya göndermeden evvel mutfak tezgahın altının görüntüsü hiç hoş gözükmediği için ben buzdolabını, bulaşık makinası çekmeyi önerdim. İşte o an aslında neyle karşı karşıya kaldığımızı anladık. Ev 20 yıldır temizlenmemişti. Ve büyük ihtimal köpekli bir evdi. Belki de ofis olarak kullanılmıştı. Ha bu arada bir ara da alışverişe gittik belki bir önceki gündü bir sürü temizlik malzemesi ile dönüp yere dizdik aldıklarımızı. Keşke fotolarını çekseydim:)




karşılaştığımız manzarının işte bir kısmı böyleydi.
Şimdilik bu kadar devamı daha sonra. Pazartesi temizliğe ara verip Madrid'te ne varmış ne yokmuş görmeye çıktığımızı yazacağım.

Pazar, Haziran 14, 2009

TANRI MİSAFİRİ YUMUK



Kendisi benim yumuğum. Bir ay önce tanrı misafiri geldi. Şimdi hayatımın rengi, neşesi, deli edeni:)
Eski işyerinin tuvaletine düşmüş. Hiç kimsesi yoktu. Ne kardeşi ne annesi. Ben de aldım eve getirdim. Arkadaşım makinanın içine ben koydum sanmış. Kendi girdi. Sonra bunun nasıl da tehlikeli olabileceğini düşünüp makinanın içinde elbiseler varken kapısın kapalı tutmaya başladım. Gerçeken çok farklı bir duygu. İyi ki geldi iyi ki benim kedim oldu. Arada tişörtlerimi emiyor canımın içi.