Cuma, Şubat 27, 2009

SİNOP İÇİN

Arkadaşım dün bu linki ve bu yazıyı göndermiş;


Arkadaşlar,

Doğup büyüdüğüm güzel şehir Sinop'a termik santral yapılması planlanıyor.Bu oradaki hayatın ölmesi demek..

Doğayı kurtarmak için bu linki çevrenizdekilere yollarsanız çok sevinirim..


http://www.greenpeace.org/turkey/campaigns/enerji/komur/sinop



Ben de Sinop'u, çevresini görmüş ve hayran kalmış biri olarak lüften bu linke tıklamanızı rica ediyorum.

Sadık okuyucularım dışında beni takip eden var mı bilmiyorum blog izleme kısmı hayli sefil duruyor çünkü ama yolu buraya bir şekilde düşen geleceği için bir tıkı esirgemesin.

Çarşamba, Şubat 25, 2009

HAYAT

Ben aşağıdaki gönderiyi yayınladıktan 2-3 saat sonra gazetelere THY AMSTERDAM uçağının düşme haberi geldi. Şu an itibariyle ne kadar can kaybı olduğunu bilmiyorum. Bu uçak abimin genelde bindiği 7.55'te İstanbul'dan kalkan uçak. İlk duyduğumda asabım çok bozuldu. Çünkü etrafımdaki insanlar çok seyahat ediyorlar. Abimin bu uçakta olma olasılığı aklıma geldikçe çok şükür diyorum. Ama şu an uçakta olan ve hayatını kaybetmiş olma ihtimali olan insanlara diyecek bir şey yok. Hayat ne kadar kırılgan ne kadar pamuk ipliği. Birilerine ohhh çok şükür dedirtirken birilerine aman tanrım dedirtiyor.

Hayat bizi koruyabilene kadar burdayız.

ON THE WAY OF MADRID

İnsanların hayallerinin peşinden koşmasına, risk almasına bayılıyorum. Bunlardan biri abim bir de bu akşam buluşacağım ortaokuldan bir arkadaşım.

Abim işinden yaşadığı şehirden o kadar bıkmıştı ki. MBA yapmayı kafaya takmıştı. Önce Çin'e gideceğim dedi. GMAT'e ilk defa girdiği için şaşkına döndü. Çok çalışması gerektiğini anladı. Ancak işi buna müsade etmeyecek kadar yoğun olduğu için o fırsatı kendine bir türlü yaratamadı. Sonra Madrid'de LSE benzeri bir okul bulduğunu Nisan'da okulun başladığını söyledi. Allem etti kallem etti kendini sınavdan önce mülakata aldırdı. Sonra illla sınava da gireceksiniz dediler. Sınava da girdi iki günlük çalışmayla. Dün başvurunuz kabul edildi diye hem aramışlar hem de e-posta göndermişler. Onun için çok sevindiğimi burada kelimeler dökmek çok zor. Çok yoğun ve bana göre mide bulandırıcı bir işi vardı. Çok bıkmıştı çok mutsuzdu. Yeniden doğmak gibi bir şey olacak onun için. Umarım her şey istediği gibi gider. Bye bye Amsterdam Hello Madrid :)

Arkaşım ise bizi İnsan Hakları Mahkemesinde savunan Avukat grubundandı. Bir süre Strazburg'da yaşadı sonra İngiltere'ye master yapmaya gitti. Şimdi dönmüş ve devletteki işinden istifa etmiş hukuk dışı bir şeyler yapmak istediğini söylüyor. Nasıl cezaret gerektirici bir şey di mi? Devletteki güven verici işini bırak bu ortamda başka şey yapacağım de. Yüzyüze görüşemediğimiz için neler düşünüyor tam bilemiyorum bugün öğreneceğim umarım bana da örnek olur.

Dalida'dan geliyor. " I Found My Love In Portofino. Yeni başlayacak hayatlarımız için.

Salı, Şubat 24, 2009

SOBE YARATTIM İSTEYEN TAKILSIN

Kendimce bir sobe geliştirdim. Geçmişe dair reklam sloganlarından hatırladıklarımız neler?

Benim aklıma gelenlenler şöyle

*Bence BMC
*Tut şunun ucunu döşeyelim abi.
*Balerina cifti benim adım.
*Bir bilmecem var çocuklar. Haydi sor sor! Çayda kahvaltıda yenir. Acaba nedir nedir? Bisküvi denince her an onun adı gelir. Eti eti!!
*Çakar çakmaz çakan çakmak tokai.

Ben biraz kısır kaldım sloganları hatırlamak konusunda. İlk renkli televizyonumuz ilkokul 3 ya da 4 civarları alınmıştı. Sene 1985-1986 olsa gerek. Eskiye geridönüşler yaptığımda televizyon ekranlarında gördüğüm ve benim unutmadığım sahneler şöyle. İran- Irak savaşı, Santa Barbara, Girdap ( evdeki ağlayan oyuncak bebek sahnesini hiç unutmam), Tele Kutu. Trt'deki pazar sineması ve Adile naşit ( hayal meyal) Bu kadarcık maalesef. Bunlar ilkokula dair kalanlar.

Voltran'dır, Clementin'dir, Uçankaz ve Nils'tir, Ziyaretçiler'dir, Twilight Zone 'dur bunlar benim Ümitköy Beril Sitesi'ne denk gelen zamanlarda seyrettiklerim. Yani ilkokul çoktan bitmiş. Hatırladığım reklam sloganlarının kısırlığına bakılırsa kötü bir izleyiciymişim küçükken bile.

Ama şimdi eve televizyon girdiğinden beri televizyon karşısındayım. Seyredecek çok şey bulamıyorum ama takıntı bir kanalım var. Travel and Living . Orada, önce ikizleri olmuş sonra altızları olmuş 8 çocuklu çok sevimli bir çiftin yaşamından kesitleri, Küçük insan ( bizim bildiğimiz adıyla cüce ama artık ben cüce demeyeceğim çünkü onlar küçük insanlar) bir karı kocanın ve çocuklarının yaşamından kesitleri, Siz evde yokken evinizin bir odasının yeniden düzenlemesini , Dünyanın en zengİn insanlarını ve Miami Ink'i ( dövme yapıyorlar süper) seyrediyorum. Evet ben bunları takip ediyorum. Eğer bu seyrettiklerim eskaza yayında yoksa deli danalar gibi seyrecek şey arıyorum. Bir şey buluyorsam ona takılıyorum. Bulamazsam hiçbir şey yapmadan o aptal kutunun önünde uyuyakalıyorum. Bu durumdan çok şikayetçiyim.

Cuma, Şubat 20, 2009

KURTARICIM

Kendi kendime bık bık ediyorum kimsenin tındığı yok. Konu seçiminden olsa gerek.

Ankara'ya gittiğimde bir sürü kitap alıp gelmiştim.


Aldıklarımın arasında Mehmet Eroğlu'nun bir kitabı da vardı. Ne yazık ki haftalarca kitabı yanımda gezdirdim, hep aynı sayfasını okuyup durdum. Sonunda da başka zaman okunmak üzere rafa kaldırdım. Bir diğer aldığım kitaba geçtim. Ursula K. Leguin'in "Mülksüzler" romanı, şimdi yanımda gezdirip durduğum. Aslında bayağı ilerledim ama doğru seçimi yapıp yapmadığımdan emin değilim. Kendimi biraz zorlayarak okuyorum. Aslında okunası kitaplarım var ama hemen tüketmek istemedim onları. Benim için geçen senenin en büyük keşfi İhsan Oktay Anar oldu. Nasıl olmuş hiç gözüme çarpmamış bilmiyorum. Öyle büyülü bir dünyaki hiç bitmesin istiyor insan eski İstanbul sokaklarında gezip duruyorum o elimdeyken.

Okumak gerçekten bir açlık. Çantam da eğer bir kitabım yoksa çıplak hissediyorum kendimi. Nasıl pet şişem hep yanımdaysa kitabımda hep çantamda olmalı. Özellikle öğlen aralarında yemeğim bittikten sonra eskaza çantamda kitabım yoksa öyle bir boşluğa düşüyorum ki sormayın. O zaman herhangi bir dergi ya da gazete olmalı çevremde. Mutlaka kendimi oyalamalıyım. Boş boş oturamıyorum. Hülyalara dalıp düşünemiyorum. İlgilenecek bir şey bulamıyorsam, yemeğim de bittiyse mekan dar geliyor bana. Ne kadar oturmak, vakit geçirmek istesem de hesabı isteyip kalkıyorum. Okunacak bir şeylerin varlığı kurtarıcım oluyor.

İşte şimdiki kurtarıcım "Mülksüzler". Pek öyle iyi bir kurtarıcı gibi değil ama belki fikrim değişir.

Perşembe, Şubat 19, 2009

BİR BÜYÜK DAHA YİTİP GİTTİ.

Uzunca bir zamandır düşündüğüm yazmak istediğim bir konu vardı. Kelimelere nasıl dökeceğim bilmiyorum. Geçmişimiz bir bir yok oluyor. Geleceksiz geçmiş gidiyor. Elimizden hiçbir şey gelmiyor. Bu beni üzüyor ve doğmayan çocuğuma sorumlu hissettiriyor.
Yazarlar, resamlar, şairler, tiyatrocular, sinemacılar, siyasetçiler bu topluma mal olmuş, çalışmış didinmiş, imzalarını bırakmış insanlar gidiyor. Yerlerini kimseye bırakmadan. Şimdi dürüst olalım. Yeni nesilden yetişmiş eski nesilin yerini tutacak hangi şair hangi yazar hangi tiyatrocu hangi yazar var. Evet ben umutsuz ümitsiz bir blogçuyum. Çünkü geleceğimiz gidiyor. Bizi biz yapan değerler yitip sonsuzluğa gömlüyor. Her yer her şey tozlu sayfalarda kalıyor. Yaşadığımız yer eski yer değil biz eski biz değiliz. Toplumca ölüyoruz bunun farkında mıyız? Bugün iktarda olanlar yolsuzluğa pisliğe batmış. Ama destek kesilmiyor ye aslanım ye diyen bir kesim. Ne tiyatrodan anlıyor ne sinemadan. Recep İvedikleştik hiçbir değer yargımız örfümüz adetimiz kalmadı. Ben bizden tiksiniyorum sadece bizden de değil dünyanın çıkarlarına endeksli tutumundan.

Gazanfer Özcan öldü. Bir büyük daha yitip gitti. Yerine kimseyi koymadan.


Biz Cem Yılmaz'la Recep İvedik'le büyümedik. Biz Kaynanalar, Kuruntu ailesi, Uğurlugiller ile büyüdük. İyi ki de öyle büyüdük. Şimdiki arabesk toplumdan tiksiniyorum. Ciddi ciddi tiksiniyorum. Midem bulanıyor otobüste orada burada gördüklerimden. Geçmiş olsun bize. Benim başbakanım benim hükümetim olmayanlara ait bu ülke. Tiksiniyorum hepsinden tüylerimi diken diken ediyorlar.

Salı, Şubat 17, 2009

SU HAYATTIR

Dün doktora gittim. Ben de hastalık hastalığı mı var yoksa gerçekten var mı birşeylerim bilmiyorum. Gittiğim doktor kulak burun boğazcıydı. Şikayetlerim burnumun sabahları tıkalı olması, rahat nefes alamıyor olmam, balgam sorunumun olması, başımın ağrıması ve de son 4 aydır horluyor olmamdı. Çok tonton sevimli bir doktordu. Kulaklarım çok sağlammış ucu ışıklı, korkutucu bir aletle baktıktan sonra öyle söyledi. O korkutucu aletin benzeri ile de burnuma baktı. Bir şeyler sürdü ve alerjik bir durumun var dedi. Horlama işini sonra konuşuruz dedi ama unuttuk. Burnun içinde büyüklü küçüklü 6 tane et bulunuyormuş. Bende o etler alerjik reaksiyona girdiği için şişmişler. Bu illa toza alerjin olduğu anlamına gelmez. Soğuk sıcak da buna neden olabilir dedi. Neyse bütün bunları niye anlattım. Ne kadar su içiyorsun dedi. Ben de çok dedim. Ne kadar diye üsteleyince sanırım 3 litre içiyorumdur dedim. Dudaklarımı göstererek bu kadar içmeye bile çok kurumuş bol su iç dedi. İçiyorum zaten ama vücuttan atmak zorunda olmasak daha çok içeceğim dedim. Güldü. İlaçlar yazdı 20 gün sonra gel dedi.
Şu su içme işini de internetten araştırıyım dedim. Suyun ne kadarı zararlıymış diye. Günde 8 bardak içmek gerçekten gerekli mi? Günde sekiz bardak içmelisiniz gibi başlıklar çıktı. Sonra kendimi düşündüm ne sekiz bardağı ben günde 20 bardak su içiyorum. Elinde pet şişeyle gezen kendini zorlayan insanlardan bahseden başlıklar da çıktı önüme. Sonra çantam da nereye gidersem gideyim pet şişemin bulunduğu eskaza eğer susuz kalmışsam moralimin altüst olduğu, mutsuz olduğum aklıma geldi. Hayatta başıma gelebilecek ön kötü şey sussuz kalmak olsa gerek. O yüzden suyumuzun kıymetini bilelim.

Pazartesi, Şubat 16, 2009

ÖZET














Sağolsun Bekriyacım blog ödülü vermiş bana. Ben kimseye vermeyeceğim çünkü böyle kararlar vermek benim için çok zor.



Geçen hafta Çarşamba günkü konserimizi kazasız belasız atlattık. Kuzenimin eşi Susi sürpriz yapmış ben buradayım diye aradı. Çok sevindim tabiii geldiği için. "Bayıldım koca koca adamlar davul çalıyor. Biz de Selimle beraber gelsek" dedi.


İnsan fakir olduğu zamanlar faturalarının daha da kabarık gelme gibi bir eğilimi var. Elektrik faturam 46.5 tl gelerek beni şaşırttı. Doğalgazdan zaten hiç bahsetmeyeceğim. Bir de biri adsl'imi hacklemiş. Artık neler yaptı etti bilemiyorum. Ne kadar dandik ve insanın başına milyonda bir gelecek şey varsa benim başıma gelir. O yüzden Aycan'ın şaşırmalarına çok da şaşırmadım açıkçası. Nasıl olur anlamadı bir türlü:)


Güneşi görmeyeli günler oldu. Rekora koşuyor. Hava bir acayip bir şey oldu. Londra gibi İstanbul. Kasvetten artık saçımızı başımızı yolacağız.


Cumartesi Meyhane sonrası Sokak'a giderek sevgililer gününü kutladık. Takside uyur uyanık giderken. Ben gene horlamışım. Zevzek taksici de Aycan'a "Abla da iyi içmiş abi" demiş. Dedim ki onaneymiş. Onun horlama huyu var o içmese de horlar deseydin.
Bahsedecektim ama unutmuşum. Cuma günü Aycan gelir gelmez Recep İvedik diye tutturdu. Yok dedim gitmem ben. Neyse en sonunda gitmek zorunda kaldım gece 22.45 matinasına. Salonda bir iki tane boş yer kalmış. Nasıl kalabalık anlatamam. Bana afaganlar bastı ama yapcak bir şey yok. Filmin başlaması da 23 küsurları buldu. Yanımda önümde herkes kırılıyor gülmekten ben de tık yok. A dese hohohohoho B dese hihihihihi. Şimdi ben böyle aman Recep İvedik neymiş argo, küfür tü kaka diyecek değilim ama ben komik bulmadım. Bir yoga sahnesi vardı o komikti. Evde seyrediyor olsam, filmin başından kırk kere kalkardım. Burada kalkamadım. Aycan'ın korkusundan uyuyamadım da. Dönüp dönüp uyumaaa diye dürtükleyip durdu beni. Birincisini de Lüleburgaz'a giden otobüste seyretmiştim. Bir süre seyredip ondan da sıkılmuştım. Ama bence 1.cisi çok daha komikti. İkinci de hayranları hayal kırıklığına uğrayacakmış gibime geliyor. Bir de ben ya türümün son örneğiyim ya da gülmek herkese çok kolay. Ben gülen de bir insanım komik de sayılabilirim. Ama bunlara gülmüyorum. Cem Yılmaz'da ise daha önce de söylemiştim, uyuyup kalmıştım gösterisinde. Bir tek Ata Demirer'i bir otobüs yolculuğunda seyretmiş ve komik bulmuştum. Tabii benim komik dediğim altıma işeme vaziyetine gelmek değil. O vaziyete geldiğim çok hoşuma giden filmler tabii oldu. Mesela ben Pembe Panterciyim:)

Salı, Şubat 10, 2009

TECAVÜZ SUÇLULARI

Bu konuyla ilgili daha önce de yazmıştım. Bu haberi görünce içimdeki sadist duygularım yeniden kabardı. Efendim Avrupa Konseyi Çek Cumhuriyeti'ne tecavüz suçlularını hadım etmeye son ver demiş. Bu durum haysiyet kırıcı olabiliyormuş. Vallahi de billahi de el insaf. Bu suç bence adam öldürmekten daha beter hiçbir suçla karşılaştırılamayacak kadar iğrenç bir şey. Ya ne haysiyeti allahsen mağdurun psikolojisi ya da yaşadığı travma ne olacak. Maalesef ki bu suçun neredeyse toplumun her kesimine işlemiş olmasından ötürü Türkiye'de yaşıyor olmaktan ötürü utanıyorum. Hazır bu haberi ekliyorken. Mine G. Kırıkkanat'tan da bir yazıyı okuyuverin.

Benim fikrimi soracak olursanız. Hepsini hadım etmeli ya da ömür boyu hapse tıkmalı.



AB'den hadım kriteri

.
Avrupa ülkeleri arasında cinsel suç işleyen erkekleri hadım eden Çek Cumhuriyeti'ne Avrupa Konseyi'nden "Bu uygulamadan vazgeç" çağrısı geldi. AB'nin dönem başkanlığını yapan Çek Cumhuriyeti'nde halkı ise bu uygulamanın sürdürülmesinden yana...
Çek Cumhuriyeti, Avrupa ülkeleri arasında cinsel suç işleyen erkeklere hadım etme işlemini uygulamaya devam eden tek ülke. Avrupa Konseyi'nden Çek Cumhuriyeti'ne bu uygulamadan vazgeçmesi çağrısı yapılıyor. Ancak Çekler arasında yapılan anketlere göre halk bu uygulamayı destekliyor.
Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi, yayınladığı bir raporla seks suçlularının hadım edilmesi işleminin durdurulmasını istedi. Ameliyatla hadım ediliyorlarDaha önce Avrupa’nın pek çok ülkesinde kabul gören hadım etme operasyonları, daha sonra kaldırılmış ancak Çek Cumhuriyeti’nde seks suçlularının tedavisinde kullanılmaya devam edilmişti. Yapılan işlem ile erkeğin erbezleri çıkarılıyor ve cinsel arzularının ortadan kaldırılması için erkeklik hormonunun salgılanmasının önlenmesi hedefleniyor. Polonya'da kimyasal ilaçlarla hadım etme tasarısı Polonya'da da Aralık ayında pedofillerin (sübyancı) ve ensest ilişkiye girenlerin kimyasal ilaçlarla hadım edilmesi için bir yasa tasarısı hazırlanmıştı. Bu uygulamada, erkeklere hormonlarının üremesini engelleyen ilaçlar veriliyor.
Avrupa Konseyi'nin raporu, Mart ayında iki Çek psikiyatri kliniği ve iki Çek hapishanesinin ziyaret edilmesinin ardından hazırlandı. Soruşturmayı yürüten savcı Deutsche Welle Türkçe'ye şu açıklamayı yaptı: “Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi, bu uygulamanın sakat bırakan ve geriye dönüşü olmayan bir uygulama olduğunu düşünüyor” diyen Savcı Butala, “Seks suçlularının tedavisinde tıbbi bir gereklilik olarak değerlendirilemez. Yapılan işlem, kişinin üreme kabiliyetini engelliyor ve ciddi fiziksel ve ruhsal sonuçları var. Ve Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi’ne göre bu uygulama seks suçluları için haysiyet kırıcı muamelelere kadar varıyor. İşte bu nedenle biz raporda, Çek Cumhuriyeti’ne seks suçlularının tedavisinde hadım edilme işlemine bir an önce son vermesi çağrısında bulunduk” şeklinde konuştu.
10 yılda 94 kişi hadım edildi
Bir diğer eleştiri konusu da, işlemin, yan etkileri konusunda uyarıda bulunulmadan ve suçlunun rızası alınmadan gerçekleştirilmesi. Komitenin raporunda, suçluların işlemi kabul etmedikleri takdirde ömür boyu hapis cezası almaktan korktukları belirtiliyor. Savcı, Çek Cumhuriyeti’ndeki uygulamalar hakkında “Çek Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre, son 10 yılda 94 kişi hadım ameliyatı geçirdi” diyor.



Dünyanın en genç dulu



Geçen hafta Vatan’da okudunuz: Şanlıurfa’daki aşiret tefecilerine borçlanan bazı aileler, borçlarını kızlarıyla ödemişler. Oysa aynı yörede, kimbilir kaç kızın kanında aynı ailelerin namusu temizlenmiştir. İşgalci Fransız askerleri kızlara kadınlara sarkıntılık edince kahramanlık destanı yazan erkek Urfa’nın şanına yakışır mı yakışır. İşte Nucud Ali de, tıpkı Türkiye’deki hemcinsleri gibi ne Yemen’de doğmayı seçmişti, ne de kız olmayı. Bin yıl önce çizilmişti kaderi: Allah’a ibadet ve erkeklere itaat. Yemen’in başkenti San’a’da sekiz yaşına bastığında ve babası “Evleneceksin!” buyurduğunda yine de çok ağladı Nucud. Oysa babası da peygambere itaat etmekle yetiniyordu. İki karısından on dört çocuk yapmıştı, amma velakin geçinemiyordu! Kızların sekiz yaşında evlendirilmesinde sakınca olmadığına göre, Nucud’u satarsa haram sayılmazdı.Sekiz yaşında, 32 yaşındaki bir erkek tarafından üç ay boyunca ırzına geçildi Nucud’un. Küçük kız, o günleri, “Bana istemediğim şeyler yapıyordu, ağlayıp kaçmaya çalıştığımda da dövüyordu...” diye geçiştiriyor.Nucud’un yakarışlarına karşın babası, “aile namusu lekelenir” gerekçesiyle kendisini geri almadıklarını anlattı mahkemeye. Çünkü Nucud Ali, babasını ve kocasını dava etti.Ve kazandı.
***Babasının ikinci karısı Davla’ya, “Koca istemiyorum, okula gitmek istiyorum” diye yalvarırken, üvey annesi “Seni yalnız mahkeme kurtarır” lafını ağzından kaçırmıştı. Küçük kız, bir gün ekmek almak için çıktığı evden önce kent merkezine giden bir otobüse bindi. Kayboldu, yol sora sora “Mahkeme”yi buldu sonunda. San’a Adliyesi’nde biri kendisine kulak verene kadar saatlerce bekledi. Nihayet yargıcın karşısına çıktı ve “Boşanmak istiyorum” dedi. Şansı vardı. Yemen’in “namus” mantığını değiştirmek isteyen idealist bir yargıçtı. Nucud, üç gün süreyle Abdül Vahit adlı yargıç tarafından konuk edilirken, babası ve kocası gözaltına alındı. Kadın haklarına duyarlı kadın avukat Şada Nasır, küçük kızın gönüllü avukatlığını üstlendi. Babasına ve kocasına karşı dava açıldı. Üç ay sonra yapılan duruşmada, mahkeme heyeti Nucud Ali’ye hak ve özgürlüğünü geri verdi.Yemen, Türkiye’den daha uygar olmalı ki, küçük kız “töre haini” kabul edildiği ülkesinde yine ailesiyle, ama yargının koruması altında yaşayabiliyor. Hayatı tehlikede değil.
***Nucud Ali, artık on yaşında ve bugünlerde Avrupa turnesinde. Okulları dolaşıyor ve öğrencilere, kendisinin sekiz yaşındayken söke söke aldığı “küçük kız” haklarını anlatıyor. Geçen hafta Fransa’daydı, bu hafta Almanya’da kadın hakları dernekleri tarafından ağırlanıyor. Niçin böyle bir Avrupa turu, diye merak ederseniz; çünkü Nucud Ali’nin Yemen’deki kaderini Avrupa’nın göbeğinde binlerce kız paylaşıyor!Bu kızların kimi mağripli, kimi maşrıklı, ama hepsinin ortak kökeni İslam. Bazen bir, bazen iki kuşak öncesinden Avrupa’ya yerleşmiş, oysa azınlık ve yöresel bir gelenek olan kız sünneti dahil, ne kadar çağdışı ve kadın erkek eşitliğine aykırı töre varsa, hepsini sürdürüyorlar. Sekiz dokuz yaşında zorla evlendirilenler mi istersiniz, yaşlı adamlara satılanlar mı, hepsinden var. Kız biraz dikbaşlı mı, hop kök ülke anavatandan ithal edilen Müslüman kocayla evlendiriliyor. Zaten erkek çocukları bile çemberin dışına çıkamıyor. Onlara da hiç tanımadıkları, anlaşamayacakları, bazen aynı dili konuşmadıkları Müslüman gelinler ithal ediliyor. Ve bu kaderi istisnasız paylaşan Avrupalı Müslümanların içinde Türkler de var. Mahkemeler, gerdek kapısını kilitleyip kendi kızının istemediği adam tarafından ırzına geçilmesini bekleyen velilerin, birbirinin gözünü oyan ithal gelin ve ithal damatların davalarıyla dolup taşıyor.Yemen’de de çocukların 18 yaşından önce evlenmeleri yasal değil, Avrupa’da da.Zaten Türkiye’de güya satılmaları da yasak... Ama geri kalmışlık, yasayla değişmiyor. İster Yemen’de olsun, ister Türkiye ya da Avrupa’da, o değişmeyen kafalar, Orta Çağ’dan yarım binyıl sonra Orta Çağ’ı hüküm sürdürüyor.

Pazartesi, Şubat 09, 2009

SİZ ÖLDÜRMEYİ ÇOK İYİ BİLİRSİNİZ


14 temmuz 2008 tarihinde, birleşmiş milletler güvenlik konseyinin 1593 sayılı kararı gereğince, sudan devlet başkanı ömer el beşir hakkında uluslar arası ceza mahkemesi'nde bir dava açıldı. [1] ömer el beşir'in suçları, soykırım, insanlığa karşı suç işlemek ve katliam.


uluslar arası ceza mahkemesi tarafından yapılan araştırmada ömer el beşir'in toplu katliam, toplu tecavüz ve tehcirden oluşan insanlık suçlarını yönettiği, düzenlediği ve sistematik olarak uygulattığı ortaya çıktı.


2006 tarihli bir birleşmiş milletler açıklamasına göre "2003 yılından itibaren (bu eylemler sebebiyle) 450.000'in üstünde insan etnik ve dini kimlikleri sebebiyle ayrıştırılarak öldürüldü, 2 milyon'un üstünde insan evlerinden oldu" [2]


uluslar arası af örgütü'nun bölgede işlenen toplu ve sistematik tecavüz olaylarına ilişkin olarak çıkardığı rapora göre, "tecavüz savaş sırasında yıldırıcı ve cinsiyete dayalı bir silah" olarak kullanılmakta.


raporda yer alan bir örnekte, tawila'da 41 adet öğrencinin ve öğretmenlerinin toplu halde tecavüze uğradığı ortaya çıktı. öğrencilerin tamamı 18 yaşın altıdaydı. um bada bölgesindeki bir olayda ise 10, 12 ve 14 yaşlarındaki kızların tecavüz etme amacıyla kaçırıldığı gözleniyordu. kaçırılanlar arasında 80 yaşında bir kadın da vardı. [3] olayların başladığından beri kaç kişinin sistematik olarak tecavüze uğradığı bilinmiyor. ancak tecavüzün bir yöntem olarak sürekli uygulandığı ve bundan binlerce insanın etkilendiği kesin.


yani ömer el beşir, gerçekten "öldürmeyi çok iyi biliyor." öldürmek için ekipler kuruyor, bu ekiplere kamu bütçesinden büyük oranlarda para veriyor, sistematik olarak toplu katliamlar düzenliyor, toplu tecavüzleri destekliyor. öldürmüş, öldürtmüş, öldürülmesini de desteklemiş. çoluk, çocuk, yaşlı, genç, kadın, erkek dinlemeden 450.000 insanın kanı elinde.


ve bu adamı, ülkesine kim davet etti? recep tayyip erdoğan


bu adamın ülkesine kim ziyarette bulundu? recep tayyip erdoğan


3-4 saat uzaklıkta toplu tecavüz, toplu katliam ve her türden insanlığa karşı suç işlenirken hartum'da kim iş anlaşmaları yapmak için süslü salonlarda sohbet ediyordu? recep tayyip erdoğan


"bu zulümleri alkışlayanları da ayrıca ayıplıyorum" recep tayyip erdoğan, bu zulümlere seyirci kalanları ayrıca ayıplıyorum, bu zulümlerin müsebbibleri ile masalarda oturanları, kılını kıpırdatmayanları, destekleyenleri, el ele fotoğraf verenleri ayrıca ayıplıyorum.oportunizm, yalnızca sosyalistlerin birbirleri arasında konuşurken birbirlerini saldırmak için kullandığı bir kelime değildir,


oportunizm belirli ve öngörülmüş bir fayda için yapılan her tür davranışı da betimler. fırsatçılıktır. ilkeye değil maddi faydaya dayalı davranışları belirtir.


dün ömer el beşir ile niye el sıkışıldı? bm güvenlik konseyine türkiye'nin girmesi için oya ihtiyacı vardı. ömerl el beşir'in oyu için 450.000 çoluk, çocuk, kadın erkeğin katili ile el sıkışıldı. bugün, oy için "ilke" hatırlandı, şov yapıldı.


bu bir ahlaka davet çağrısı değil, somut durumun tespiti. "öldürmeyi çok iyi bilenlerin" elleri ellerinizde. sessizliğinizi hala duyuyoruz. hakikat, bunca rezalet içerisinde neyi kutluyorsunuz?

[1]http://www.guardian.co.uk/...gusrc=rss&feed=worldnews
[2] http://www.un.org/...y.asp?newsid=19948&cr=sudan&cr1=
[3] http://www.amnesty.org/.../en/dom-afr540762004en.html


kendisinden izin almadım. ama kamuya açık bir yerde yayınladığı için bu güzel yazıyı okumanızı öneririm.

Cuma, Şubat 06, 2009

POLİSLERLE BİR MUHABBET :)

Salı günü eve gidemedim demiştim hani buzdolapçının geldiği günün gecesi. O gün kurstakilerle buluştuk. Kafamda çok içmeden eve erken dönmek vardı. Ama önceden alınan kararlara çok sadık olmadığımdan bir de bir başlayınca duramamaktan olsa gerek o gece saat 3 te yattım. Gerçi 23.00 gibi kalkmaya yeltendiğimde en azından 3 şarapta kalmıştım. Arkadaş yaaa nereye bizde kalırsın dedi ve koyverdim gitti. Artık fındık votkadan sonra mekanın bize cilalar vermesiyle masa aralarında musevi müzikleriyle halay çekmeyle we will rock you larla masalara vurmakla filan saati 2.30 ettiğimizden hadi çıkalım dedik. 6 tane kafa kıyak insan çığır çığır konuşurak Odakule'nin önünde geldik. Bir kısmımızla oradan ayırlacağımız için durduk kapı önü muhabbeti yapmaya başladık. Ne konuştuğmuz hakkında hiçbir fikrim yok. İstiklal caddesinde turlayan bir polis otosu da bize doğru gelmeye başladı. Sonra ben kafanın kelle olması münasebetiyle ne oldu polis bey çok mu taşkınlık yaptık diye geyiğe sarmaya başladım. Onlar da yok ama bir kimlik görelim özellikle de sizden dedi. Diğer gurup elemanları da ufak gösterip içlerinde 37 yaşında insan bile bulunması nedeniyle. Polislere aaaa tabii hahaha niye olmasın diye hafiften (argoca anladınız) geçtik. Ben de çok gurur duydum herkese anlatacağım hehehe diyerekten polislere kimliğimi uzattım.. Yüzlerindeki ifade anlatılmaz görülürdü :)

İŞİNE GELENE İŞİNE GELMEYENE

AKP destekçilerinin Erdoğan'a tapanların hiç değilse bu çelişkiyi görmesini ümit ediyorum.

Mine G. Kırıkkanat'ın bugünkü yazısından bir bölüm tamamı için

http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=Geri_kalmislik_ne_demektir&tarih=06.02.2009&Newsid=221928&Categoryid=4&wid=122

İşte bu yüzdendir ki Türkiye’nin Başbakanı Erdoğan, 3 bin Müslüman öldüren İsrail’in Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e Davos’ta “Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz,” diye çıkışır, ama Ankara’da 300 bin Müslüman öldüren Sudan diktatörü Ömer El Beşir’i iki kez ağırlamış ve kendisine “Öldürmeyi ne kadar iyi bildiğini,” hatırlatmamıştır. Davos Fatihi ve halife adayı ilan edildikten hemen sonra da El Beşir’in yardımcısı Ali Osman Muhammed Taha’yla toplanmıştır AKP hükümetinin başında ve bir çelişki görmemiştir iki tutumu arasında. Çünkü geri kalmış toplumlarda demokrasi, oportünizm demektir: Yani fırsatçılık.
***Fırsatçılar, kendilerine de fırsat verir diye fırsatçıları başlarına seçerler ve fırsat bu fırsattır diye ülkeyi yağmalayanların, seçmenlerin de kentleri, köyleri, ormanları, suları yağlamasına göz yumacağını bilirler. Ataerkil bilgileri de doğrulanır zaten: B2 yasası, ülke yağmasında, büyük oportünistlerin küçük oportünistlere çıkardığı af değil midir?Geri kalmışlık, doğalgaz bedeline yüzde 82 zam yapıldıktan sonra yüzde 15 indirimle sevindirilen aritmetik cehaletidir. Geri kalmışlık, oyunu bedava kömür karşılığı verip, o kömürün kirlettiği havayla zehirleyen ve zehirlenen zihniyettir. Geri kalmışlık, iktidarından seçmenine üzerinde yaşadığı doğayı, mülkü, devleti, belediyeyi yağmalayarak çocuklarına “çeyiz düzdüğünü” sanan fırsatçılıktır. Oysa oportünizmde, bir fırsat mutlaka başka bir fırsatı yer ve şimdiki zaman yağmalanırken, gelecek zaman yok edilir ki, bu da geri kalmışlığın tam tanımıdır. Türkiye, işte böyle geri bırakılan ve geleceği batırılan bir ülkedir.

Perşembe, Şubat 05, 2009

MİELE ALMAYIN


Benim bulut bu aralar benimle. Umarım Balkanlara doğru gider.


Uzun süreden beri çöp evde yaşıyordum. Bir türlü temizlik yapma fırsatı bulamamıştım. Kafamda işten izin alıp evimi temizleme planları yapıyordum o derece kafayı da takmıştım yani. Geçen hafta Perşembe bu halet i ruhiye içersindeyken abimden e-posta geldi. Gece geliyorum diye. Saat 4 gibi çıktım işten doğruca eve. Gece 11 olduğunda ütü dahil her şey bitmişti. Ertesi gün de spordan dönerken egzos tam anlamıyla düştü. Shell'deki amcanın bağladığı tel sayesinde ayrılıp gitmemiş. İnip de ne olmuş diye bakmadığım için yolun sonunu tangur tungur gittim. Sonra aldım egzosu bagaja atıverdim:) Cumartesi de abim arabayı birine verdi. Değiştirip geri getirdiler. Neyse konumuz başka Pazar günü abim buradayken karşı ziyaretlerimizi yapacağımız için cumartesinden Acar Abi'ye etimi aldırdım. Suadiye'deki Moda kasabının eti çok güzel o yüzden etimi oradan alıyorum. Çok sık alamadığım için aldıkça et yiyorum :) Cumartesi de bütün gün evdeydim. Daha öncede farketmiş olduğum ama çaresine sonra bakarım dediğim deep freeze'in karlanma sorununu daha da abartmış olduğunu gördüm. Bunu farketmemle deep freeze'den anormal bir ses gelmeye başlaması bir oldu. Sanki hilti sesi. Acayip sinirim bozuldu. Ertesi günkü etleri düşün düşün moktur işin durumuna girdim. Bir de bu Miele buzdolabının bana attığı kaçıncı kazık diye daha da bir sinir oldum. Üstüne üstlük harkete geçmeyip bu konuyu kabullenmiş olmak kendime olan sinirimi kat be kat arttırdı. Ertesi gün tahmin ettiğim gibi kimseye ulaşamadım. Biz etlerle eve geldiğimizde hilti son sürat çalışıyordu. Hemen kıymaları köfteye dönüştürdüm. Buzluğa attım. Buzluk, buzluk görevini yerine getirmediği için etler donma işlemini gerçekleştiremedi bir türlü. Pazartesi ilk iş aradım genel merkezlerini. Alın bu buzdolabını bıktım ben dedim. Oradaki bayan ben bir kontrol edeyip neler yapılmış sizin buzdolabınıza arıyım sizi dedi. Aradığında buzdolabına daha önce iki kere gelmiş olan teknik kişinin orada olduğunu, yarın ilk servisin bana geleceğini söyledi. Amca geldiğinde de sensörün bozulduğunu Almanya merkezin bu sensörleri değiştirmek üzere sensör gönderdiğini söyledi. Onu değiştirdi. O arada ben bıkbık konuşuyorum. Siz buraya 3. kez geliyorsunuz işte ben niye Miele aldım o zaman filan diye. Sonuç olarak sensör değişti. Teknik kişi iki gün çalıştırmayın dış tarafındaki buzlar erisin yerlere su gelebilir dedi. Etleri de arkadaşıma götürdüm. Sonra da işe gittim. Akşam da eve dönemedim. Ertesi gün eve döndüğümde mutfaktaki koca halı sırılsıklam olmuştu. Artık nasıl karlanmışsa. Hala daha çalıştırmadım önce bir temizliyim öyle dedim. Ama yapmam gereken, yapmak istediğim şu. Önce şikayetvar.com'a bir güzel yazı döşemek. Sonra Almanya genel merkeze bir mektup yazmak. Bana teknik kişinin öne sürdüğü mazeret şu Akdeniz ülkelerinde sıcaklık farkı yüzünden bunlar meydana geliyor. Yahu ona göre üretin kardeşim diğer markalarda buna bağlı bir sıkıntı oluyor mu acaba?


İşte böyle son durumlar bunlardı.


Gelelim güzel haberlere haftaya çarşamba 11 Şubat'ta Konserimiz olacak. Bu sefer Cemal Reşit Rey'de. İstanbul'da olup gelmek isteyenleri bekleriz.