Cuma, Temmuz 25, 2008

TATİL

Tatil vakti geldi. Bugün uçuyoruz. Ziyaretçilerime iyi tatiller diliyorum.
Geldiğimde belki oradan bile fotolarla bir eklenti yaparım.
Sevgiler.

Pazartesi, Temmuz 21, 2008

ELİF ABLA

Burhaniye'ye gittim geldim. Gitmesi gelmesi uzun sürdü, yol yordu ama iyiki gitmişim diyorum. Cuma geceden yola çıkıp pazartesi sabah dönünce insan bir hafta tatil yapmış gibi hissediyor. İki koca günü orada geçirdim. Deniz inanılmaz soğuktu ama süperdi. Her şey girene kadardı. Her şey iyiydi hoştu ama gene kötü bir haberle sarsıldık. Cumartesi annem Elif Abla'nın durumunun ağırlaştığından bahsetti. Ertesi gece Selocan'dan telefon geldi. Elif vardı ya diye. Eeee dedim kanserdi nolmuş ölmüş mü yoksa. Evet ölmüş ne yazık ki. Gençler birbir gidiyor ne kadar acı. Biz Ankara'da Beril Sitesinde oturuyoruz. Ben yaştakiler, ben yaştakilerin abisi olanlar ve ben yaştakilerin kardeşi olanlar. Çocuk ve genç kitlesi olan bir siteydik. Yazlık siteler gibiydik. Herkes yaşına göre takılıyordu. Ben yaştaki kızlar biz yaştaki erkeklerden şikayetçiydik. Çocuktular büyümüyorladı bir türlü. O zamanlar bize göre saçma sapan eğlenceleri vardı. Didişir dururduk. Şimdi bizler büyüdük. Kızların hepsi hemen hemen evlendi. Erkekler bekar ve çocuklukları baki kalarak büyüdü. Diğer kızlar Pino hariç pek görüşmüyor artık erkek olanlarla. Bir de abimlerin gurubu vardı. Ev partileri yapıp eğlence yapan. İşte o guruptan Elif Abla vardı. Siteye taşınmadan evvelden tanıyorduk. MTA'nın kamplarından. Sonra ayın sitede oturur olduk. Odtü'de matematik okuyordu. Bir kaç kere matematik çalıştırmıştı bana. Polinomlara çalıştığımız zamanı çok iyi hatırlıyorum. Sonra sınavdan 100 aldığımı öğrenince pek sevinmişti. İşte o Elif Abla artık yok. Tıpkı yaşıtım Özgür'ün erkek kardeşinin trafik kazası yüzünden aramızdan ayrılışı gibi. Çok nadir görüyordum Elif Abla'yı. Evlenmiş ve bir çocuğu olmuştu. Zaten sitedeki büyük yaştakilerin hepsi dağıldı gitti. Kimi yurtdışında kimi şehir dışında. Ben yaştakilerin ise erkek olanları hala sitede. İşte böyle bir site bizimki. Şimdi yeni nesiller vardır. Hiçbirini tanımıyorum artık. Bizim yaprak dökümümüz mü başladı? Sıra kimde peki ? Bu kadar gençken ölmek haksızlık değil mi:( Daha güzel bir yazı yazmak isterdim ama bunlar döküldü.

Bense minnoş efendiyle kredi aldım almadım o kadar parayla gidilir gidilmez tartışması yapıyorum. Halbuki ne kadar boş.

Cuma, Temmuz 18, 2008

KÖY







Havadisler çok ama yazmaya gönül yok:)

Köye gittim geldim geçtiğimiz hafta sonu. Annemle babam Bursa'ya gittikleri için ben Babaannem ve Lia yalnız kalmasınlar diye köye gidecektim, ama annem yalnız kalabiliyorlar gelmene gerek yok dedi. Ben gene de gideyim istedim. Hem dönüşünde babamı görürüm hem de babaannemi ve köyü. Babamı ertesi gün döndüğü için göremedim. Kendimle ilgili vicdan muhasebesi yaptım. Geçmişte şu lafı, şu hareketi yapmasaydım dediğim çok olduğu için bu yeni bir şey değil. Hele köye gittiğim zaman çok yaptığım bir şey. Köy eskiden benim için çok gitmek istediğim bir yer değildi. Emrivaki gelirdi gitmek. Annem bizi toplar tatil olur olmaz köye giderdik. Babamın beklentisi o yöndeydi. O zamanlar köyün konforu çok iyi değildi. Bu kadar güzel ve bakımlı da değildi. Babam emekli olduğundan beri ihya etti orayı. Neyse gittiğimden itibaren döneceğimiz günü beklerdim. Gerçi hoş vakit geçirmiyor da değildim. Yaşıtlarım vardı. Çamurla bütün gün oynuyordum. Ama ne zaman iş yapacak yaşa geldim. Bulaşıkları yıkamaktır derlemek toplamaktır ki şunu da ekliyim annem hiçbir zaman kimseye minnet etmez. Bir de annemin köyü kırklamak gibi bir adeti vardı. Bütün eşyalar dışarı çıkar silinir süpürülür. Biri sizin yanınızda deli gibi temizlik yapınca el atmamak çok mümkün değil. Sonra fare vardı. Fındık faresi ama zaman zaman cirit atarlardı her yerde. Tuvalet bi dönem dışarıdaydı. İşte bütün bunların hepsi toplandığında gitmek istemediğim bir yer haline geliyordu köy. Bir zorunluluktu benim için. Ben pek elimi ona buna sürmediğim için de çok çekişirdik babaannemle. Abim ise tarlaya gider, ortakçıya yardım ederdi. Hal böyle olunca gözde torun o oluyor:) Dedem ise çok düşkündü bana işte vicdanımı yaralayan beni mutsuz eden bir durum bu. 93 senesinde kaybettik onu. 5 sene de yatalaktı ne yazık ki. Ben ise köyü bir mecburiyet olarak görüyordum. Aklıma arada sırada geldiğinde üzüldüğüm iki şey var. Oldukça küçükken ilkokul diyelim. Annemler beni köye bırakmışlardı kısa bir süreliğine sanırım. Ben de rahatsızlandım. Sahne şöyle Enver Eniştem tesadüfen köye uğruyor. Ben de babaannemlerin odada divana uzanmışım dedem gofret getirmiş. Huysuzum. Enver eniştem sanıyorum beni alıyor ve İstanbul'a götürüyor. Ben de koşa koşa gidiyorum. Orada dedemin gofret getirişi aklımdan hiç gitmiyor. Bir başka sahne ise yakında köyden ayrılacağız ve ben komşudayım abim geliyor hadi eve gel biraz vakit geçir diyor o sıralar da heralde ortaokul filan. Ben de hayır istemiyorum diyorum. Şimdiki karakterimi düşündüğüm zaman o kadar ters geliyor ki bu davranışlar niye böyle yapmışım bilmiyorum. İnsan olgunlaştıkça kesinlikle daha ağırbaşlı ve terbiyeli biri oluyor. Bu bende kesin öyle. Bir de anne tarafı sanırım bu kadar sık köye gitmemizi ve uzun kalmamızı da eleştirdikleri için çocuk olarak o da beni köye karşı antipatik yapmış sanırım o zamanlar. Psikolojik çözümlemeye girdiğimde bu geliyor aklıma.
Şimdi ise eksileri tedavi etmek ister gibi babaannemle pek iyi anlaşıyoruz. Zaten artık başkasına muhtaç ne yazık ki. Tam senesini hatırlamıyorum belki 5'tir. Babaannem artık köyde yalnız kalamamaya başladığında Ankara'ya bizim yanımıza gelmeye başladı babam da emekli olduğu için yazları beraber köye geri dönüyorlar. Babam da tam bir adanmışlık var. Bebek gibi bakıyor. Ama esip de gürlüyor sinirleri bozulmuş belki de. Babaannem de anlaşamıyoruz babanla diyor. Hep onun dediği olacak. Halbuki ben doğrusunu diyorum ama yok diyormuş babam. Tahmin ediyorum ve biliyorum nasıl olduğunu. Ankara'da geçirdiğim vakitler aramızı düzeltti artık gözde torun benim anlayacağınız. Tuvalete götürdüğümde banyosunu yaptırdığımda gece üzerini örttüğümde demeyin halimize.
Pazar İstanbul'a dönerken bu duygularla döndüm işte.
Pazartesi gecesi de apar topar Ankara'ya gittim Salı sabah oradaydım. Akşam bindim gece evdeydim. Neden gittiğimi daha sonra yazacağım. Bu gece de Burhaniye'ye gideceğim. Pazartesi sabah geleceğim. Hem denize girmek hem annemleri görmek dileğim.

Not: Yukarıdaki çan babaannemin kalmak istediği zaman çalmasını istediğimiz çan:)

Ben bloglara çok yorum bırakmıyorum. Bırakmadığım okumadığım anlamına gelmiyor. Kendime saklıyorum yorumlarımı .

Türkiye mi?? Gene boşladım canım daha doğrusu beter olsun modundayım. Atatürk Orman Çifliği arazisinin içler acısı durumu. Haydarpaşa Limanı'nın peşkeş çekilme fikri. Düşündüm ki yetmez ya bence İstanbul'daki koruları da imara açalım nasılsa borç içindeyiz kaynak yaratmak gerekmiyor mu onlar ne güne duruyor. Topkapı Sarayı'nı, Dolmabahçe Sarayı'nı satalım otel yapsınlar. Daha var mı başka fikri olan. Neyseki ömrü kısıtlı insanın. Bir de ölümsüz olduğumuzu düşüsenize. Yıllar geçecek gelişmeler bizi kanser edecek ama ölmeyeceğiz. Yaşarken ızdırap hem de sonsuz. Allahtan göçüp gidecez de yapılanları görmeyeceğiz.

Salı, Temmuz 08, 2008

GENE GÜNDEM

Gündemi takip ederken ya da yaşamı sürdürürken. Okuduğum gördüğüm çoğu şey için aaa bundan blogda bahsetmeliyim diyorum. Ama iş yazmaya gelince o durumlarım hiçbiri aklımda kalmamış oluyor.

Ülkemizin durumu karışık. Açıkçası yarın öbür gün bu yazdıklarımdan utanır mıyım bilmiyorum ama Ergenekon denen şeyin bir soytarılık olduğunu düşünüyorum. Gazetecileri gözaltına alıyorsun delil diye nitelendirdiğin şeyler saçmalık ötesi. Bugün yandaş medyadaki gazetecilerin evinde arama yapsınlar neler çıkacak. Adamın adı üstünde mesleği gazetecilik. Dün aklıma geldi abim Mustafa Balbay'a mektup yazmıştı. Ben düzenleyip çıktısını alıp anneme vermiştim annem de Mustafa Balbay'a götürüp vermişti. Abime e-posta attım senin mektup da delil artık diye. Ne mektubu dedi. Unutmuş tabii:)

Şimdi kimin kimden yana olduğu karışık. Adamların evinden toplanmış dokümanlar, bilgisayarlar var. Onların içine onlara ait olmayan belgelerin konmayacağı ne malum? Nasıl engelenebilir? Bir de Chp milletvekili adını unuttum. Teknoloji konusunda uzman. Diyor ki bilgisayardaki bilgilerin yedekleri alınıp bilgisayarlar geri verilmeli. O bilgisayarlara geriye dönük dosya konabilir ve kimse farketmez.

O kadar kirli ilişkiler. Birbirine girmiş devlet kurumları. Türkiye Türkiye olalı böylesine yozlaşmamıştı. Eskiden sağcısı solcusu sanırım en azından bilgiliydi. Okurdu tartışırdı sinemaya tiyatroya giderdi. Eski devlet adamlarına baktığınızda aynı fikirde olmasanız da bir asaletleri ve altyapıları olduğunu görüyoruz.

Yıllar sonra unakıtan mı gül mü dingil mi hangisi devlet adamı diye nitelendirilebilir altyapıya sahip olacak. Anasına bak kızını al işte Türkiye'nin geldiği nokta devletin başındakilere bak halkını al. Yoz, bir avuç kömüre kendini satan. Okumayan düşünmeyen arap kültürü hakim olmuş bir halk. Biz bunlarla mı geleceği düşüneceğiz hadi canımmm.

Ya işte bunları düşünüyorum. Bu günlerde. Aklıma gelmeyen daha nicelerini de yazamadım.


Kendime gelince neler yaptım neler ettim,

Konserimiz oldu bahsemedim. Güzel geçti tepindik öncesinde de sonrasında da. Çubuklu Hayal Kahvesinin yeri çok güzel. İşletmesi tartışılır ne yazık ki. Zaten çoğu mekanın ortak sorunu değil mi işletmecilik. Öyle de çok işletme fakültemiz var ki :)

Gece de Zekeriyaköy'e geçtik. Evden eşyalarımı alırken kapıyı parmağımın üzerine kapattım. Bekletmeyeyim diye de öyle çıktım. Buz alsaydım iyi olacaktı. Neyse oraya gidince buza koydum. Gene de pek güzel geçmedi o gece benim için. Bir de regli durumum vardı. Pek rahat değildi. Evleri çok güzeldi. Orman içinde havuzlu müstakil bir ev daha ne olsun di mi? Parmağıma gelince tırnağım düşmeyecek sanırım. Kan oturmuş halde duruyor.

Bu hafta sonu da Cumartesi Amerika'dan Türkiye'ye taşınan kuzenim ve eşiyle geçirdim. Bizim semtte ev baktık. Pazar da Çidoyla Nişantaşı'na gidip ıvız zıvır bakındık. Ufak tefek şeyler aldık.
Aycan'la küstük barıştık. Arada bana ayar lazımmış öyle diyor.

Bu cumartesi de köye gideceğim. Babaannem'e Gürcü bir kadın bulundu o yardımcı oluyor bizimkilere. Cuma da kurstakilerle kurs sonrası ilk buluşmamızı yapacağız. Galata köprüsünün altı olacak mekanımız.

Vizelerimiz tamam. Gideceğimiz günü bekliyoruz. Hava güzel olsun diye umuyorum. Yoksa Aycanımı yağmurda yürütmek zorunda kalacağım. Tembel tenekelik yapamayacak.

Çarşamba, Temmuz 02, 2008

ZÜLFÜ LİVANELİ'NİN YAZISI


Zülfü Livaneli'nin bugünkü yazısı.


Madımak, Latife Tekin ve gözaltılar


Cehenneme giden her yol küçük adımlarla başlıyor.
Eğer bu yanlış adımla hesaplaşmazsanız,
yanlış giderek büyüyor ve sizi boğmaya başlıyor.

1993 yılında Türkiye’nin yüz akı olmuş aydınlarını
Madımak Oteli’nde yakanlar,
katledenler gerektiği gibi cezalandırabilinse,
gericilik bu kadar azgınlaşamazdı.

Eğer toplum vicdanı Pir Sultan Abdal’ı anmaya
giden 33 masum aydının hesabını
sorabilseydi Türkiye bugünkü varlık yokluk
kavgasına gelmezdi.

Eğer dönemin “sol” hükümeti Vali’nin sözüne
inanarak eli kolu bağlı
beklemek yerine, kendilerine “imdat”
telefonları açan aydınlara kulak
verseydi bu acılar yaşanmazdı.

***

Büyük trajediler hiçbir zaman unutulmaz,
hatta yetkililer tarafından
özellikle unutturulmaz.

Gelişmiş toplumlar bu konuda çok hassastır.
Çünkü o acıyla yüzleşmeniz,
hesaplaşmanız, trajedinin tekrarlanmasını önler.

Bizde tam tersine Madımak’ı unutturma
çabası var.

Böyle bir trajediyi hiç olmamış sayalım istiyorlar.

Kurbanların anısını yaşatacak bir müze yerine,
aynı yerdeki bir
et lokantasını savunuyorlar.

Böyle vicdansız, ahlaksız bir sistem olur mu?

***

Yazarlara, muhalif aydınlara tahammülsüzlük
bu kez de Latife Tekin
örneğinde kendini gösterdi.

Tekin’i susturmak istediler, mikrofonunu kestiler.

Daha sonra da “alkollü” olduğunu ileri sürerek
sözüm ona yazarı suçladılar.

Çünkü bunların dilinde bir kadının “alkollü” olması,
her türlü hakareti hak ettiği anlamına geliyor.

Utanç verici!

***

Dün Türkiye yeni gözaltılarla sarsıldı, adeta
şoka uğradı.

Belli ki hesaplaşma süreci doludizgin gidiyor ve
her türlü köprü atılıyor.

Ben gözaltına alınların çoğunu tanımam, bilmem.
Ama Mustafa Balbay’ı bilirim. Balbay darbeci değil,
darbelerden
çok çekmiş bir aydın arkadaşımızdır.

En kısa zamanda serbest bırakılacağından eminim.

Ama Türkiye nereye gidiyor derseniz; hiç iyi bir
yere gitmediği belli!

Bu son hamleden bırakın Türkiye’yi, AKP de
hiçbir şey kazanamaz.
Belli ki panik içinde alınan kararlar bunlar.

Kutuplaşma sertleşiyor.

BUGÜN 2 TEMMUZ YÜREKLERİN YANDIĞI BİR GÜN!


Bugün 2 Temmuz sıradan bir gün değil artık. Dugularımı, düşüncelerimi güzel aktaramayacak kadar öfkeliyim, şaşkınım, umutsuzum. Göz göre göre 35 insan yakıldı şu tuhaf memlekette. 15 yıldır da yakalanamayan bir insan var RP’li Belediye Meclisi üyesi Cafer Erçakmak. Şimdi sıradan bir yurttaş olarak soruyorum. Hukuka nasıl güvenelim? Ortada bir vahşet var ortada suç var. Ama kıpırdayan bir el yok. Bir de Ergenekon saçmalığı var. Herkes her an götürülebilir. Hayır ben suçsuzum de istediğin kadar. Dava açılmadığı halde yatacaksın günlerce, aylarca belki de yıllarca. Benim aklım çok karışık. Güvenim yerlerde. Öfkem en üst düzeyde. Hükümet karşısı olan onun yaptıklarını eleştiren her insan darbeci mi bu memlekette. Bu nasıl bir düzenbazlıktır. Bu nasıl bir meda anlayışıdır nasıl utanmazlıktır. Aklım almıyor. Star gazetesi başlık atmış darbeciler. Sen o insanların suçlu olup olmadığı bilmeden nasıl böyle yanlı davranabilirsin. Mustafa Balbay ülkesini seven o konuda eleştiriler yapan. Ne dediği ne istediği ortada bir insan. Sen sırf muhalif ses diye onu da al gözaltına alınacak listesine. Çağırılsa gelip ifade vermeyecekmiş gibi. Dediğim gibi öfkem büyük. Yazamıyorum.
Sivas gibi bir olayın yaşandığı bu ülkede insanları sevmek mümkün mü. Bu nasıl müslümanlıktır bu nasıl zihniyettir. Yazıklar olsun onların tuttuğu oruca da namaza da boşuna çabalamayın. Siz bizden önce cehennemliksiniz. Sonra adam şeriat istiyor dendiğinde yok istemiyor yalan bunlar iftira diyeceksin. Hadi ordan be adamların fikri neyse zikri de o.
Umarım başka sıradan günler daha sıradanlıktan çıkmazlar.
Güzel günler gelsin aydınlık gelecekler bizi beklesin istiyorum, diliyorum.

Can Dündar'ın bugünkü yazısı


lhan Selçuk gözaltına alındığında Cumhuriyet’e gitmiştim. Balbay dedi ki: “Artık sabahları birbirimizi arıyoruz; bu sabah alınan var mı diye...” Aynen öyle oldu. Dün sabah telefonu kapalıydı. Dilek’le koşup evine gittik. Site güvenliği, polislerin 6.40’ta geldiğini, 4 saattir içeride arama yaptıklarını söyledi. Vatansever Kuvvetler hareketiyle ilgili bir şeyler arıyorlardı. Az sonra bir sivil polis, bilgisayar kasasıyla çıktı dışarı... Hemen ardından da Balbay göründü kapıda... Yanında 4 sivil polis vardı. Bizi görünce gülümsedi. Endişelenmememizi söyledi: “Gocunacak bir şeyim yok; ne yaptığım ortada” dedi. Ekip otosuna bindirildi; gitti. Yeni çocuğu olmuştu. Diğer kızı yeni ilkokula başlamıştı. Birtakım adamların eve gelip her tarafı aramasını ve bilgisayarı yüklenip gidişini ona nasıl açıklayacaklardı? “Bilgisayara virüs girmiş. Amcalar onu temizleyecekler” dediler. * * * Darbe dönemlerinde yaşadığımız türde sahneler bunlar... “Sivil”de pek sevimsiz kaçıyorlar. Balbay, 25 Mart’ta NTV’deki Neden programında konuğum olduğunda Yücel Aşkın örneğini hatırlatmıştı. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Aşkın hakkında çete kurmaktan 3150 yıl hapis cezası istenmişti. Bir de yazıyla yazalım: Üç bin yüz elli yıl... Kendisi bu cezayı almadıysa da yardımcısı, tutukluluğunun üçüncü ayında buna dayanamayarak intihar etmişti. “Şimdi onun katili kim?” diye soruyordu Balbay ve Hükümet’in 8 kişilik asansöre “Belki kaldırır” diye 30 kişiyi sığdırmaya çalıştığını söylüyordu. Türkçeyle oynamayı sevdiğinden Ergenekon’a yeni bir isim takmıştı: “Heryerekon!” * * * “Ergenekon” adlı bir kitaba imza atmış biri olarak son 10 yılı bu çeteye dair yazılar yazarak, programlar yaparak geçirdim. AKP dahil hükümetleri, zamanında darbecileri yargılamadığı için eleştirdim. “Yargılamazsanız, yargılanırsınız” dedim. Ama burada, başından beri ben de Balbay gibi “Ergenekon”dan ziyade “Heryerekon” kokusu alıyorum. Daha seçimler öncesinde Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, “Ümraniye’de bulunan bombalara dikkat edin. Bunun arkası gelecek” demişti. O zamandan beri soruşturmanın üzerindeki siyasi etiket silinmedi. Soruşturma bahanesiyle Hükümet muhaliflerine gözdağı verildiği, hoşa gitmeyen isimlerin listeye dahil edildiği, gece yarısı gözaltına almalarla, yazdırılan kitaplarla hedef haline getirildiği ve nihayet (dünkü gözaltıların zamanlamasında açıkça görüldüğü gibi) dikkatlerin AKP davasından buraya çekildiği görüldü. Ve ne yazık ki, gerçekten de provokasyonlarla darbe tezgâhlayan bir kanlı çetenin ortaya çıkarılması ihtiyacı, bu siyasi niyetin gölgesinde kaldı. “Asansör” öyle partizanca dolduruluyor ki, içinde yargılanmayı hak edenler bile “Asansör düşecek” kaygısıyla saklanıyor. * * * Şu anda yaşanan, asırlık bir hesaplaşmanın son raundunda tarafların birbirlerine düello teklifidir. Seçilen silah, hukuktur. “Seninkiler benim partimi kapatırsa benimkiler de seninkilerin ipliğini pazara çıkarır” hesaplaşmasından ne kapatılmak istenen parti ne de hedef alınan çete zarar görür. Zarar görecek şey sadece yargıdır. Ben, dün Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararında ne hissettiysem, bugün bu soruşturmada aynı hisleri taşıyorum. Hukuka inancımı giderek yitiriyorum. Bütün izah çabalarını da “Bilgisayara virüs girdi, amcalar onu temizleyecekler” yalanı gibi dinliyorum. Ağustos erken bastırdı Ankara’ya... Sıcak... Ve korkarım daha da sıcak olacak.


Not: Resmi internetten buldum. Sahibi kim bilmiyorum. Ama ben internette herkesin görebileceği resimleri koyuyorsak onların başkaları tarafından kullanılabilir olduğuna inanıyorum. Resmi ben çektim denmediği sürece. Çünkü karanfil bulup çekemeyeceğime göre. Tek çarem internet.