Çınarım sobelemiş beni çantamdan neler çıkacak diye:) Bu içeriği yakalamışken fotoğraf çekmezsem olmazdı. Yanımda makina yoktu eve gider gitmez çektim. Gerçi konu benim çantam olunca birliktelikler ilginç olabilir. Pamuk ve asetonü dün aldım. Sürekli oje süren bir tip değilim ama sürdüğüm zaman da kırmızı sürüyorum. Kırmızı da uzun zaman kullanılmıyor bir süre sonra çıkartılması icap ediyor. Evdeki asetonu bitmiş görünce işe gittiğimde aseton alayım dedim. Eeee almışken pamuk da alayım işyerinde ojelerden kurtulayım. Bu aralar hastalıklarla cebeleştiğim için sağlık karnemi yanımda gezdiriyorum. Su şişem de olmazsa olmazım yaz kış gece gündüz hep çantamda vardır. Bu aralar salya sümük olduğumdan hem mandalina hem de selpak ihtiyaç. Cep telefonu, akbilli anahtarlık ve cüzdan ise artık demirbaş. Kitabıma gelince. Bir aralar kitapsız kalmıştım. Yakınımda ulaşabileceğim kitapçı bir tek Yeniköy'deki D&R olunca oraya girdim ve alabileceğim yüzü gözü düzgün bütün kitapları aldım çıktım. Ne yazık ki D&R'lar market zihniyetinde oldukları için sadece çok satan ve de tane hesabı kitapları bulunduruyorlar hele benim oradaki en ufağı olduğu için kitap konusunda en kısırı. Öyle olunca bende dediğim gibi eli yüzü düzgün kitapları aldım çıktım. Bu da o kitaplardan biri. Enterasan bir kitap oldukça sürükleyici.
- öldüğümü biliyor mu?-kim?!?!-abin öldüğümü biliyor mu?-babaanne sen ölmedin ki!!!-işte ölmediğimi biliyor mu?-buradasın ya işte...-niye ölmüyorum peki?-bu işler sıralı değil ki babaanne:(-ecelsiz miyim ben?
Bu haftaki uykusuz süper. Her espirisini böyle şapşal bir sırıtışla okudum :P

Bahsetmemiştim. Annem, teyzemler ve arkadaşları Portekiz ve İspanya turuna gittiler. Daha önce Küba turuna gittikleri tur şirketiyle. Adana'dan bir şirket. Nasıldı diye sorduğumda verdikleri cevap harikaydı ama çok yorucuydu. Turun yaş ortalaması 60'mış. Hatta bir tane 82'lik teyze varmış yanlarında. Zıpkın gibi bana mısın demeden gezmiş.Farklı yer yurt görme istediğim bir çok yetişkine göre sanırım epeyce!!! Ne hayallerim var gezip görmeyle ilgili bilseniz oooo!!! sen de uçtun ama dersiniz. Bir balonum olacak hooop bir oraya hooop bir buraya. Yukarıdaki vitrin resmi Portekiz'den mi İspanya'dan mı bilmiyorum. Teyzemden afırdım. Oradaki balonları görüyor musunuz? İste benim hayalimdeki balonlardan :) Böyle bir vitrin resmi benim Amsterdam fotolarımda da var. O dükkan da çok hoştu buna benziyordu. O balonlardan orada da vardı ve o balonlar gerçekten harikalar.
Bugünkü Vatan Gazetesi'nden. Mine G. Kırıkkanat'a arkadaşının yazdığı yazı. Ne kadar güzel özetlemiş. Hakikaten biz ne bırakacağız yarınlara. Bize bırakılanları bile koruyamıyorken.
Hoşgeldin kimliksizlik.
Kültürlü Turizm Bakanı’na ithaftır
“Sevgili Mine,
Seninle hem bazı güzellikleri, artık ikimizin de ‘raslantı olmadığını’ bildiğimiz anları, hem de doğaya ve tarihe yapılan ihanetleri paylaşmak istedim.
Antakya’daydım geçen hafta. Hani kökleri İsa’dan önceki beş binlik yıllara dayanan, Mezopotamya’yı Doğu Akdeniz’e bağlayan şehir.
Şu an, bu satırları yazarken bile çok heyecanlıyım, inan. Ancak bir o kadar da üzgün ve çaresiz.
‘Hiçbir şeyin raslantı olmadığı’yla başlayayım. Yeni romanın Destina’yı, Antakya’da bitirdim. ‘Büyük Konstantin’in reenkarnasyonu Kanuni Sultan Süleyman’ imgelemesi, Antakya’ya denk düştü. O kadar keyif aldım ki Destina’dan, her iki imparatorun binlerce yıl arayla keşfedip fethettikleri ve yüzlerce iz bıraktıkları Antakya’yı, senin yansımalarında izlemek büyüyü artırdı. Yolculuğumu özel kılan güzellik oldu.
Gelelim ihanetlere.
Doğaya yapılanla başlayayım: Amik Gölü. 75 bin metrekarelik gölün suyu, 1968’de açılan kanallarla Asi Nehri’ne boşaltılmış. Göl kurumuş, tarıma açılmış. Haritalarda yeşil alan olarak gösterilen Amik Gölü, hamdolsun artık yok. Ama gölün kurumasıyla Hatay’ın iklimi de değişmiş. Düzensiz yağışlar ve seller başlamış tabii.
Asi Nehri’ne de ihanet edilmiş. Roma döneminden beri nehrin üzerinde duran muhteşem taş köprü, 1972’de yıkılmış. Yerine, üstünden geçmek bile istemeyeceğin dört ucube dikilmiş. Beşincisi yolda. Çünkü birinin üstünden iki araba sağ salim geçemiyor! Bu ucubeleri yapanlar, hiç mi içinden nehir geçen şehir köprüleri görmediler, bilemiyorum.
***
Antakya Müzesi, hani dünyanın en değerli ikinci mozaik müzesine gelince: Daha kapısına vardığında için yanıyor.
Girişteki tertibat, vergi dairelerindeki danışma masaları gibi, haksızlık da etmeyeyim, daha iyi vergi daireleri de gördüm! Mozaikler, yanlış yere konumlanmış. Bazıları güneş altında bırakılmış ki, tarihe çabucak veda etsinler. Büstler çaresiz, korunaksız, boyunlarını bükmüşler. Kalemi, çakısı olanlar rahatlıkla yazar, kazır. Flaşlı makinelerle istediği pozu yakalar. Çırılçıplaklar. Çünkü güvenlik görevlileri huşu içinde gazete okuyor. Müzeden çıkarken ne bir kitap, ne bir broşür, ne de hediyelik eşya alabileceğin bir mağaza var. Zaten bu dehşet manzarayı görünce, vazgeçiyorsun anısından da.
Ayrıca, sergilenebilecek
daha çok mozaik ve lahit olduğunu, ancak yersizlikten sergilenmediğini öğrendim. Ama çok da sevindim: Hiç olmazsa depoda (umarım) güvendedirler!
Tarihte ilk olimpiyatların yapıldığı, Antakya Müzesi’ndeki en nadide mozaiklerin çıkarıldığı doğa harikası Harbiye, kebapçılar, çöpler ve aslında oraya ait olmayan el sanatları tezgâhlarının işgalinde.
St. Pierre Kilisesi’nin önüne beton dökülmüş. Eski hiçbir yol korunmamış. Hamdolsun, kilisenin içinde
otlayan hayvanlarla,
çobanlar çıkarılmış.
***
Eski şehirde muhteşem yapılar var. İnanılmaz evler, konaklar. Tahmin edebileceğin gibi eserler Roma’dan, Osmanlı’dan ve Fransızlardan kalma. Sonradan yapılanlar derme çatma.
Yeni binalar, baktığında, ‘müteahhit acaba pencereleri neden bu yöne açmış olabilir’ diye düşündüğün bilmecelerle dolu.
Özgün güzellikler sadece mutfakta kalmış. Humus, künefe, oruk, kaytaz böreği, yoğurtlu aşı, doyamadıklarımdandı. Ancak damağımdaki lezzet, gözlediğim çirkinlikleri silmeye yetmedi.
Çok merak ediyorum: Biz yarınlara ne bırakacağız? Aslında bu sorun sadece Antakya için değil elbet. ‘Günümüz mimarisi nedir?’ diye sorduğumda kendime, bir örnek dahi bulamıyorum. Böylesine tarihi bir beldenin yok olup gitmesine, kim izin verebiliyor? Bu muhteşem eserlerin yanına, sıvası bile olmayan, o sentetik kilim desenli rengârenk betonarmeleri kim yığabiliyor? Tüm bunları kim onaylıyor?
Turizmden milyonlar kazanabilecek bir şehir varken, bu şehri kim çöpe atabiliyor? Samandağı’nı, Harbiye’sini, St. Pierre’ini kim yok sayabiliyor? Bu kadar önemli bir şehri kim böylesine bir sona mahkûm edebiliyor?
Biri bana söylesin, kim bu görüntüye katlanabiliyor?
Çok üzgünüm dostum ve açıkcası ASİYİM, çünkü Antakya’dan geçtim!
Nerhan Hepşen”
Ben espirili dilimi mi kaybetmişim ne??? Eskiden komik tarafından bakardım anlatırdım şimdi bir ciddiyet pir ciddiyet.Evimin olduğu mahalle İstanbul'a benzemeyen yerlerden. Belki daha önce bahsetmişimdir. Sokağımızda bir köpüş var. Çok kocaman ama bir o kadar da tatlı. Onu bağlamıyorlar o da sokağın ortasında yatıyor gün boyu. Araba geldiğini görünce önce ön ayaklarını sonra arka ayaklarının üzerinde doğruluyor tırıs tırıs kenara geçiyor. Havlanacak biri geçiyorsa havlıyor peşinden koşuyor sonra fazla uzaklaşmadan yerine dönüyor. Bu köpüşün, geçen fotolarını da buraya koyduğum tavuk ve kaz arkadaşları var. Kazı kaç gündür görmüyorum ama tavuk bizimkinin yanında hep. Dün gece eve dönerken gördüğüm sahne burada kelimelere dökülünce belki bir şey ifade etmeyecek ama benim için çok şey ifade ediyor. Köpüşümüz apartmanlarının girişine kıvrılmış tavuk ise merdivenin basamaklarından birine:) Öyle özgürler işte. Etiler'de, Eminönü'nde, Çankaya'da ya da Ulus'ta (her iki şehirdeki) böyle bir sahneyi düşünebiliyor musunuz:)Şimdi beni bilenler biraz şapşallığımı da bilir. Gittim Beyoğlu'ndaki Mac (makyaj malzemeleri satan) mağazasına. Dedim ki kıza ben dedim gözlerimi büyük göstermek istiyorum. Yani makyaj yapmayı çok beceremiyorum. Kız bana uzaylı muamelesi yaptı sonra da hiç ilgilenmedi iyi mi? Sonuç! hala öğrenmiş değilim:)Geçen sene bugün bir fındık dünyaya geldi ailemizin en küçüğü şimdi o ve 1 yaşına basıyor. İyi ki doğmuş.
Bugün 10 KasımSaat dokuzu beş geçeAtam Dolmabahçe'de.....Bugünleri yaşamamıza olanak sağladığın için teşekkürler. Her ne kadar tam bağımsız bir Türkiye yoksa da görünürde. Büyüklüğün yadsınamaz. Olanları görmemeye çalış ve rahat uyu.
İşte ben.
www.faceyourmanga.com

En büyük dj
Dün üşengençlik{bu ne böyle iyice sünger oldum üşengençlik filan yazmışım haha diyorum} yapmamamın karşılığını aldım. Salı Füfü aradı. Çarşamba Araf'ta Göçebe Şarkılar olacakmış biz gidelim diyoruz gelir misin dedi. Elbette evet dedim:) Aklımda da 20. Uluslararası İstanbul Kısa Film Festivaline gitmek de vardı. Dün ilk günüydü. Konserden önce 19.00'deki Fransız Kültür'dekine gideyim dedim. Onca yıldır İstanbul ile bağım var ama hiç içine girmemişim. Bahçesi çok harikaydı. İstiklal'in keşmekeşinin içinde bir vaha gibi. Fransız Kültür'ün içine girer girmez geçmişe yolculuk yaptım. Üniversite yıllarıma. Ankara'da olan film festivallerini kaçırmaz kısa filmlere özellikle gitmeye çabalardım. Hem ücretsiz olması bir avantajdı hem de seyretmesi çok keyifliydi. Yeri gelmişken bir de şunu not düşeyim. Ankara film festivalinde beyaz geceler diye bir gösterim olurdu. Gece girerdin sabaha kadar 3 film ardarda seyrederdin. Yakın zamana kadar hala öyle gösterimleri olduğunu biliyorum. Son iki yıldır Ankara'da olmadığım için takip etme şansım olmadı. Bu beyaz gecelere ilk 93' senesi gitmiştim. Abim götürmüştü. O zaman ben lise son sınıftaydım. O da üniversite son da. Şimdi bu satırları yazarken o gün o kadar net ki{benim bu kilerle başım dertte}. Abimle otobüse binmiş Kubilaylar ile buluşmaya gidiyoruz. Kavaklıdere sineması eski halinde parçalara bölünmemiş. Alt katı üst katı var. Hiç boşyer yok. Başlamışız seyretmeye şimdi hangi filmler var onu hatırlamıyorum, ama galiba sonlara doğru sızmış kalmışım. Şimdi olsa heralde daha çabuk sızardım:) Sonra beyaz gecelere bir kere daha gittim. O zaman üniversitedeydim. Tomris Giritlioğlu'nun 87. adım'dı zannedersem. O da üç film arasındaydı. Benim arkadaşlarla kavga etmeme sebep olmuştu. Onlar hiç beğenmemiş dalga geçmişlerdi. Bende filmi savunmaya kalkmıştım emeğe saygı şeysine çok komikmişiz. Sonra da çıkıp Akman Pastanesi'nde kahvaltı etmiştik. O zaman Kavaklıdere'de değildi gösterim sanırım. Ya Kızılırmak'ta ya da Kızılay'dakilerden birinde. Bir de bir sahneyi hiç unutmam. Cebimde bir sinema parası var başka da 5 kuruş param yok. Kavaklıdere'ye gitmiş filme bilet almışım ama açlıktan da ölmek üzereyim. Tanıdık birini göreyim de borç isteyeyim diye içimden geçirirken. Liseden bir arkadaşımı görmüş ama para isteyememiştim. Filmden sonra aç bi ilaç dersaneye gitmiştim. Sonra nasıl doyduğumu hatırlamıyorum:) Konuyu nasıl dağıttım. Sonra kısa film kursuna bile gittim. Hatta benim senaryoyu bile çekmiştik. Kurs hocası acayip yakışıklıydı ama evliydi bir kızı vardı ve karısı ikinciye hamileydi. Sonra kendine kısa film atölyesi filan kurdu borçlar aldı, battı. Bende nereye gitsem karşılaşıyordum. Ve yanında başka kızlar oluyordu hep. Önce kondurmadım sonra çaktım köfteyi. Çapkının tekiymiş eşek. Bu da dipnot oldu:)
Neyse nerede kalmıştım. Dünden bahsediyordum. Dünkü kısa filmler birkaçı hariç çok hoşuma gitti. Hatta bir tanesi sarsılmama bile sebep oldu. Salya sümük ağladım. ELA, Silvana Aquirre Zegarra'nın. Çıktım oradan bizimkilerle buluştuk. Gittik Araf'a. Canlı Performans öncesi Dj o kadar güzel çaldı ki. Tarifi imkansız. Hiçbiri de bildiğim şeyler değildi. Sonra Göçebe Şarkılar başladı. Balkanlar'dan, İstanbul'dan, Sefarat Müzikleri çoşturdu da çoşturdu. Uzun zamandır böyle eğlenmemiş ve enerji sarfetmemiştim. Bütün kurtlarım döküldü. Toplayabilene aşkolsun:) Sabah uyandığımda o son birayı içmeyecektim duygusu hakimdi:) Kalktım banyoya ilk iş. Öyle pis kokuyordum ki kül tablası gibi. Yerde mercimek gibi bir şey gördüm bu ne dedim böyle. Duşa girdim çıktım ki bir salyongoz. Ama nasıl ufak ve şirin. Ay dedim bu evde bir sen eksiktin aldım dışarı postaladım.
Netice de güzel bir gün oldu. İyiki gitmişim bazen üşengeçlikle mücadele iyi geliyor.
linkler:
www.istanbulfilmfestival.com
www.araf.com.tr
http://www.youtube.com/watch?v=c58N_cWixcM

Uzunca bir aradan sonra balık çorbama kavuştum. Yaz boyunca balık çorbası olmayacağını söylediler. Eylül'de ramazandan sonra dediler. Ekim de ise ben unuttum. Ama bugün muradıma erdim.
Bir de buradan Evren'i anmak istiyorum. Koskoca sene ne kadar çabuk geçmiş. 3'ünde gitmişiz cenazeye Başak söyledi. Ben Ekim sonu Kasım başı olduğunu hatırlıyordum ama gene de o günü bir gün geçtiğimizi biraz önce farkettim. Çınarcığımın ve Babamın da doğum günlerini kutluyorum. Nice senelere birliktelikler daim olsun. Ölümle yaşam içiçe :(
karga karga gak dediçık şu dala bak dediçıktım baktım bu dalabu karga ne budalakarga fındık getirdifare yedi bitirdimiyav dedi av dedifareyi tuttu kedikarga uçtu gittidere tepe düz gitti altı ay bir güz gittivardı uzak ülkeyebu ülke benim diyekral aldı kargayıkızı için hediyekarga karga gak dedikral kızı bak dedifındık var mı fındıkolsa da yesek dedi.Dünden beri bu tekerlemenin ilk dörtlüğünü söylüyorum içimden. Devamı nasıldı acaba dedim? Bu çıktı karşıma. Başka yerlerde değişik biçimleri de var. Niye bu tekerleme geldi aklıma derseniz. Sesim şu an karga gibi. Şifayı kapmıştım ama bir türlü yatırmıyordu. Sabahları dilim damağıma ve burnum da kendine yapışmış şekilde uyanıyordum. Artık sesim de gitti kan tükürür hale de geldim. Geçmesini ümid ediyorum. Ayrıca kargalara büyük bir saygım olmasının ötesinde korkarım kendilerinden. Fazla zekiler ve kinciler. Kestane zamanı işe giderken sabahları kestaneleri önüme doğru atıyorlar. Arabalar geçsin ezsin diye. Kinciliklerine gelince internetten bir arama yaparsanız bir sürü haberle karşılaşırsınız.
Çok güzel bir filmdi. Film biterken alkışlama ihtiyacı duydum düşünün. Kimse alkışlamadı tabiii. Böylesi içten güzel bir film seyretmemiştim uzun zamandır. Herkese şiddetle tavsiye ediyorum. Bu yaşımıza kadar bu filmi seyredene kadar bu gerçeği bilmeden büyümüşüz.